Anayasa Profesörü Gül: 'Toplumun yeni anayasa beklentisi artik ertelenmemelidir'
Türkiye'nin uzun bir dönem gündemini meşgul eden sivil ve yeni bir anayasa yapılması konusunda Erciyes Üniversitesi (ERÜ) Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cengiz Gül ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Yaptığımız söyleşide sorularımızı yanıtlayarak bilgiler veren Anayasa Profesörü Gül; 'Toplumun yeni anayasa beklentisi artik ertelenmemelidir' ifadelerinde bulundu.
ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNDE TAKİP EDİLEN YOL VE YÖNTEMLER HAKKINDA NE DERSİNİZ?
Öncelikle belirtmek gerekirse, TBMM içerisindeki partilerin temsilcilerinden oluşan Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nun (AUK) üzerinde çalıştığı şey, hukuk tekniği anlamında bir anayasa değişikliğinden ziyade, tümüyle yeni bir anayasa yapım teşebbüsüdür. Bu noktada hangi yol ve yöntem benimsenirse benimsensin, yeni bir anayasa yapacak olan meclisin, her şeyden önce toplumdaki güçler dengesini doğru bir şekilde yansıtabilmesi ve olabildiğince geniş bir uzlaşma tabanına yayılabilmesi gerekir. Özünde, bir toplum sözleşmesi sayılacak sivil ve demokratik bir anayasanın, toplumun tüm kesimlerinin katkı ve katılımlarıyla yapılmasında, bu anayasanın meşruiyet katsayısı ve istikrarı bakımından büyük yarar vardır. Sırf bu işle görevli bir Kurucu Meclisin veya halihazırdaki yasama meclisinin yapacağı yeni anayasanın, son aşamada, halkın teveccühünü hak edip etmediğini ölçme anlamında bir Kurucu Referanduma sunulması da şarttır. Ancak işin başında aranması gereken asıl şey, yeni anayasa yapımında aslolan kurucu iradenin var olup olmadığıdır. Toplumdaki temel siyasal eğilim ve ideolojileri önemli ölçüde içinde barındıran ve 1 Kasım 2015 genel seçimleri sonrasında % 95 gibi hayli yüksek bir temsil gücüne sahip olan şu anki TBMM'nin, kurucu iradesini ortaya koymak suretiyle yeni bir anayasa yapabilmesi önünde herhangi bir hukuki engel yoktur. Ancak böyle bir hukuki engel olmasa da, siyaseten TBMM'deki partilerin uzlaşma geleneğinden uzak olmaları ve belki de bu süreçte uzlaşılarak çıkarılsa bile, bu anayasanın tümüyle iktidar partisinin başarısıymış gibi lanse edilmesine sıcak bakılmaması da, yeni anayasa yapım sürecinin önündeki engellerden bazılarıdır. Buna ek olarak, Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nun, maddeler üzerinde ancak tam mutabakat, yani oybirliğiyle uzlaşmak zorunda olması da, bu anayasa yapım sürecindeki en büyük siyasal handikaplardan biri olarak görülebilir. Bu suretle herhangi bir partinin, hatta partinin Komisyon'daki üç üyesinden birisinin dahi muhalif kalmasıyla bir maddenin kabulü engellenmiş olabilecektir. Halbuki oybirliğiyle kabul yerine, 3/4 (% 75) gibi nitelikli bir çoğunluğun aranması daha yerinde olabilirdi. Zira oybirliğini sağlamak, modern çoğulcu demokrasilerde zaten aranmaz, aransa da bunun sağlanması neredeyse imkansızdır. Dünyada, yeni bir anayasa yapım sürecini gerçekleştiren diğer ülkelere de bakıldığında, tam mutabakat şartının aranmadığı görülecektir. Halihazırda Komisyon'daki dört partiden üçünün uzlaşabilmesi, oybirliğiyle karar alma ihtimaline göre daha kolaydır ve bu durumda da Komisyondaki herhangi bir partinin, pek çok konuda kendisinin dışarıda bırakılacağı düşüncesini taşıması, yersiz bir endişeden öteye geçmez.
1982 ANAYASASI'NDA ŞİMDİYE KADAR YAPILAN DEĞİŞİKLİKLER, ÜLKENİN HUKUKİ VE SİYASİ SORUNLARINI ÇÖZMEDE YETERLİ OLMUŞ MUDUR?
Bu soruya olumlu cevap verilebilseydi, şu an yeni bir anayasa yapım çabalarına da ihtiyaç duyulmazdı. 1982 Anayasası şimdiye kadar 17 defa değiştirilmiş, ancak bunlardan biri (2008 Anayasa değişikliği), Anayasa Mahkemesi'nce esastan (yetkisiz olduğu halde) iptal edilmiştir. Bu değişikliklerden üç veya dördü dışında diğerlerinin, Anayasa'nın otoriter ve vesayetçi yapısı üzerinde etkili olmaktan uzak kaldığı görülmektedir. Bu anayasa değişiklikleri içerisinde, hak ve özgürlükleri genişletip güvence altına almaları bakımından 2001 değişiklikleri daha bir öne çıkarken, 1995 ve 2010 değişiklikleri de yine bu yönde eksik bırakılan noktaları tamamlamaya ve hukuk devletiyle bağdaşmayan hususları düzeltmeye çalışmıştır. 2010 anayasa değişiklikleri bazı hak ve özgürlükleri iyileştirmenin ve önündeki engelleri kaldırmanın yanında, özellikle Anayasa Mahkemesi ve HSYK gibi anayasal kurumların yapısal dönüşümlerini, öncekine kıyasla daha demokratik bir hale getirmek bakımından da önem taşımaktadır. Ancak şu var ki, yapılan tüm anayasa değişiklerine rağmen, mevcut anayasanın içine sinmiş olan vesayetçi, anti-demokratik ve özellikle anti-liberal ruhun tümüyle silinip atıldığı da söylenemez. Bu anayasayı, kısmi yamalarla dönüştürmeye çalışmaktansa, hem yapılış yöntemi hem de öz ve muhtevasıyla demokratik, özgürlükçü ve de bireyi 'insan onuru' değeriyle öne çıkaran çağdaş bir yeni anayasanın sıfırdan ortaya konmasının daha sağlıklı olacağı ve tüm toplumun da, ümidi biraz sarsılmakla birlikte, hala bu beklenti içinde olduğunun bilinmesinde yarar vardır. Kamuoyunun neredeyse tamamına hakim olan bu haklı beklentinin karşılanması, artık ötelenemeyecek kadar önem arz etmektedir. Bu haklı beklentiyi sekteye uğratacak herbir düşünce ve teşebbüsün, kamuoyu ve tarih önünde büyük bir töhmet altına gireceğine şüphe yoktur. Zaten yeni anayasayı yapmayıp veya yaptırtmayıp da, mevcut anayasaya habire eleştiriler getirmenin ise hiçbir tutar tarafı kalmayacaktır.
MECLİSTE ANAYASA YAPIM SÜRECİNDE ORTAK BİR MUTABAKAT (UZLAŞMA) MÜMKÜN MÜDÜR?
Bu konuya ilk soru vesilesiyle kısmen değinmiştik. Ortak mutabakat deyimiyle, sanırım tam mutabakat, yani kararların Anayasa Uzlaşma Komisyonu'ndaki tüm partilerin oybirliğiyle alınması kastedilmektedir. Ancak bunun çok zor, hatta hükümet sistemi ve vatandaşlık tanımı gibi bazı çetrefilli ve ihtilaflı konularda neredeyse imkansız olduğu bile söylenebilir. Bununla birlikte, 2011 sonrasındaki Uzlaşma Komisyonu'nun şimdiye kadar bu yöntemle üzerinde uzlaştığı madde sayısı 60'ı bulmuştur. Üzerinde uzlaşılan bu maddeler ise, mevcut anayasal uygulamanın nispeten daha ilerisine parmak basmakla birlikte, bu uzlaşı siyasal aktörlerin kırmızı çizgilerinin dışında kalan, yani çok fazla ihtilaflı olmayan konulara ilişkin kalmıştır. Bu çetrefilli konular arasında özellikle vatandaşlık, anadilde eğitim, demokratik özerklik, devletin temel nitelikleri ve bu niteliklerin yer aldığı hükümlerin değişmezliği konusu ile hükümetin başkanlık sistemi önerisi ön plana çıkmaktadır. Muhalefetteki partiler, hükümetin başkanlık sistemi önerisi karşısında kırmızı çizgilerini çizip, buna karşı açıkça cephe almış, hatta ana muhalefet partisi, daha usul ve yönteme ilişkin konular görüşülürken, yani esastan görüşmelere geçilmemişken uzlaşma masasını terketmiş ve yapılan tekrar davetleri de geri çevirmiştir. Bu noktada, yeni anayasanın hükümet sistemine ilişkin, ve dolayısıyla yasama ve yürütmeyi ilgilendiren maddelerine yönelik her teklife kapıyı kapatmanın ve kendi dediğinde diretmenin uzlaşma kültürünün gelişmesine hiçbir katkısı olmayacaktır. Aksine bu tutum, tam bir dayatma tavrı olup, siyaseten azınlıktaki bir grubun, çoğunluğun yönetme inisiyatifini sabote etmeye yönelik bir davranıştır. Tam bu noktada şunu tekrar hatırlatmakta fayda vardır ki, çoğulcu demokrasilerde kararlar oy birliğiyle alınmaz, daha doğrusu alınamaz. Genelde oy çokluğu gözetilirken, bazı önemli konularda ise 3/5, 2/3, 3/4 gibi nitelikli çoğunluklar aranır. Komisyondaki partilerin, temel siyasal değerler konusundaki uçlarda gezinen uzlaşmaz söylem ve tavırları ve hatta bir partinin kendi içindeki ihtilafları da, bu anayasa yapım sürecindeki en büyük siyasal handikapların başında gelmektedir.
BAŞKANLIK SİSTEMİNİN TÜRKİYE'DE UYGULANMASI MÜMKÜN MÜDÜR, MEVCUT SİYASAL REJİME KARŞI OLUMSUZLUKLAR GETİRİR Mİ?
Hükümet sistemi olarak, yüz yılı aşkın süre öncesinde başlayan bir parlamenter sistem deneyimi olan Türkiye'nin, başkanlık sistemine geçme yönündeki teşebbüslerinin, şu anki sosyal, siyasal, kültürel yapı çerçevesinde istenen ve beklenen faydaları sağlayıp sağlamayacağı konusunda ciddi kaygıların olduğu göz ardı edilmemelidir. Özellikle geçmişte sıkça yaşanan başarısız koalisyon hükümetlerinin kötü uygulamaları sonucundaki hükümet istikrarsızlıklarını önlemek yönündeki bu fayda beklentisinin, Türkiye açısından hükümet krizleri yerine, bu kez de daha köklü bir rejim krizine yol açacağı risk ve ihtimalinin göz ardı edilmemesi gerekir. Zira başkanlık sisteminin doğduğu ve en saf haliyle uygulandığı yer olan ABD'nin tümüyle kendine özgü şart ve özelliklerin sonucunda bu sistem başarılı biçimde uygulanmaktadır. Hatta doktinde, ABD'de demokrasinin başkanlık sistemi sayesinde değil de ona rağmen işlemeye çalıştığı dahi söylenmektedir. Başkanlık sisteminin de demokratik yönetim biçimlerinden biri olduğu konusunda şüphe yoktur. Ancak Türkiye açısından, başkanlık sistemine geçerek bunu başarıyla işletebilmenin önünde bazı hukuki, siyasal, kurumsal ve sosyo-kültürel engellerden söz etmek gerekir. Ülkemizin, rejimin temel siyasal değerleri üzerinde uzlaşmasını tam olarak sağlayamamış aşırı çok partili yapısı, partilerin, iç yapısı bakımından aşırı disiplinli ve parti içi demokrasi uygulamalarından uzak olmasının yanında, ideal anlamıyla tam bağımsız ve tarafsız güçlü bir yargıyı sağlamada yaşanan sıkıntılar ve de sosyal planda sağlam ve köklü bir demokrasi geleneğinin ve uzlaşma kültürünün tam anlamıyla siyasal pratiğe geçirilememiş olması gibi faktörlerin de etkisiyle başkanlık sistemi, Türkiye'de, ancak görünürde bir hükümet istikrarı sağlayabilir. Fakat yürütme ve yasama organındaki siyasal çoğunlukların farklı siyasal partilerde olması durumunda, sistemin tıkanıp kilitlenerek rejim krizlerini tetiklemesi çok kuvvetle muhtemel bir tehlike olarak karşımızda durmaktadır. Bu tıkanma ve kitlenmenin üstesinden gelebilecek hukuki ve siyasi mekanizmalar kurulmak suretiyle bu sistem değişikliğine gidilmelidir. Mesela böyle bir yasama-yürütme tıkanması karşısında, başkana veya meclise tanınacak, hem başkanlık hem de meclis seçimlerinin yenilenmesini öngören bir eş zamanlı seçim düzenlemesi, siyasal kitlenme riskini azaltan veya çözen bir katkı sağlayacaktır. Ayrıca yürürlükteki nisbi temsile dayalı seçim sistemi ve bu seçim sisteminin çanak tuttuğu çok partili bir siyasal hayatın yanı sıra, bu partilerin ideolojik açıdan aşırı bölünmüş yapısının sunduğu imkanlarla başkanlık sisteminden beklenen fayda tam sağlanamayacaktır. Başkanlık sistemi, öncelikle seçim sisteminin, tek veya iki turda yapılacak 'dar bölge (tek isimli) çoğunluk' veya 'daraltılmış (5-6 kişilik) bölge çoğunluk sistemi'ne dönüştürülmesi ve bu seçim modelinin en az 3 veya 4 seçim döneminde uygulanmasıyla tedricen oluşacak temelde iki partili bir sistemin oluşturduğu siyasal zemin üzerinde, gayet iyi işletilebilir ve kendisinden beklenen faydaları (etkili, güçlü, istikrarlı ve daha demokratik bir yönetim) sağlayabilir. Aksi halde, seçim sistemi ile parti sistemini hiç dönüştürmeksizin geçilecek bir başkanlık sistemi, iyi ve sağlam bir temel hazırlamadan gökdelen inşa etmeye benzer ki, bu da küçük sarsıntılarda dahi bir yıkılma riskini beraberinde getirecektir.
1876 YILINDAN BERİ YAPILAN TÜM ANAYASALAR, HALKIN YAPIM SÜRECİNE HİÇ DAHİL EDİLMEYİP DEVLET ELİYLE YAPILMIŞ ANAYASALARDIR. ŞİMDİ SİVİL BİR ANAYASA YAPABİLME YÖNÜNDEKİ İHTİYAÇ NE ÖLÇÜDE KARŞILANABİLİR?
Konuyu idealize edersek, sivil bir anayasanın yapılması yönünde toplumun hemen tamamında bir beklentinin olduğu ve bu beklentiyi hayata geçirme noktasında hiçbir hukuki engelin bulunmadığı görülmektedir. Hatta Kasım 2015 genel seçimlerine giderken tüm siyasal partiler programlarında ve seçim propogandalarında yeni anayasa konusuna özel bir önem verdiklerini deklare etmişlerdir. Toplum temelinde ise uzun yıllardır var olan böyle bir beklentinin, bir seçim öncesinde tüm siyasal partilerce karşılanacağı sözü verilmiş ve bunun da etkisiyle seçimlere katılım oranının % 87'lere vardığı gözlenmiş, seçimler sonucunda oluşan Meclis'teki siyasal temsil oranının da % 95'lere ulaşmasıyla, adeta bu Meclis'in yeni anayasayı yapacak bir 'Kurucu Meclis' gibi çalışacağı beklentisi oluşmuştur. 2011 genel seçimleri sonrasındaki yeni anayasa çalışmalarından bu yana, sivil toplum örgütleri başta olmak üzere, toplumun tüm kesimlerinden, hatta tek tek bireylerden yeni anayasa konusunda toplanmış olan çok geniş bir teklif ve talep havuzu oluşturulmuştur. Tüm bu teklif ve talepleri görüşmek, olgunlaştırmak ve de karara bağlamak üzere, Meclis içindeki partilerin milletvekili sayılarına bakılmaksızın eşit ölçekte temsil edildikleri Anayasa Uzlaşma Komisyonundan beklenen performansın, bir partinin masaya dönmeme iradesine rağmen, en kısa zamanda hayata geçmesi gerekmektedir. Komisyon'daki partilerin, partizanca söylem ve eylemlerden uzak kalarak ülke ve millet menfaatleri uğruna keskin talep ve kırmızı çizgilerinden fedakarlık göstererek ortak paydalarda buluşmaya çalışmaları fevkalade önemlidir. Bu noktada, dostlar alışverişte görsün türünden yürütülecek göstermelik faaliyetler de kamuoyunu tatmin etmekten uzak kalacak ve belki de toplumun tüm kesimlerinin, yeni anayasa noktasındaki ümitlerini kırmak ve hatta yok etmek anlamına gelecektir. Önceki dönemden kalan ve üzerinde uzlaşılan 60 maddenin, en azından bir anayasa değişikliği ile mevcut anayasaya monte edilmesi yönündeki Hükümet talebinin şimdiye kadar hiç sıcak karşılanmaması ise, oldukça ilginç bir siyasal tepki olmuştur. Şöyle ki, Uzlaşma Komisyonu içerisinde tüm partilerin oy birliğiyle benimsenen hükümlerin, yeni bir anayasayla olmasa da, hiç değilse bir anayasa değişikliğiyle resmileştirilmesi konusundaki bu uzlaşmazlık görüntüsü, aslında ne kadar uzlaşma kültür ve geleneğinden yoksun olduğumuzun da açık bir göstergesidir.
MEVCUT ANAYASADAKİ DEĞİŞTİRİLEMEZ MADDELERİN YENİ BİR ANAYASA İLE DEĞİŞTİRİLEBİLMESİ SÖZ KONUSU OLABİLİR Mİ, DEĞİŞİRSE ÜNİTER YAPI BOZULUR MU?
1 Kasım 2015 seçimleriyle göreve başlayan TBMM'nin, yukarıda da belirttiğimiz üzere adeta bir 'Kurucu Meclis' gibi çalışması, onun bir asli kurucu iktidar fonksiyonu görmesini de beraberinde getirmiştir. Bu arada, Kasım 2015 genel seçimleriyle oluşan ve % 95'lik temsil oranına sahip olan ve toplumun tümünde yeni bir anayasa yapması beklenen ve bu yönde çalışmalara başlayan böylesi bir meclisin, yeni bir anayasa yapamayacağını ileri sürmek, yeni anayasaların, ancak askeri darbe, ihtilal, savaş vb. olağanüstü durumlar sonrasında yapılabileceğine kendini şartlandırmaktan başka bir şey değildir. Bundan hareketle, 2015 genel seçimleriyle oluşan TBMM'nin bir Kurucu Meclis sayılması gerektiği (Fransız tipi Kurucu Meclis modeli) ve asli kuruculuk fonksiyonu yürütebileceği şüpheden uzaktır. Asli kurucu iktidarın da hukuken sınırsız bir iktidar olduğu bilinen bir gerçektir. Mevcut anayasanın değiştirilemez hükümlerinin yeni anayasada da olup olmayacağı, tümüyle siyasal bir tercih konusudur. Anayasayı değiştiren güç, yani tali kurucu iktidar, anayasanın değişmezlik hükümleriyle ve değiştirme usul ve yöntemleriyle bağlıdır. Yeni bir anayasa yapan gücün, asli kuruculuk fonksiyonuyla, mevcut anayasadaki değişmez hükümleri aynen veya değiştirerek alması kuvvetle muhtemel olmakla birlikte, bu hükümlerin yine değişmezlik kapsamına alınıp alınmayacağı ise şüpheli görünmektedir. Devletin üniter yapısından bahseden hükmün, yapılması düşünülen yeni anayasada da devam etmesi gerektiği açıktır. Ancak bu konu üzerinde Komisyon'daki tüm partilerin hangi formülasyon çerçevesinde bir mutabakata varıp varamayacakları ise yukarıda sözünü ettiğimiz ihtilaflı noktalardan sadece biridir. Bunun yanında şu an için değişmezliği öngörülen hükümlerin çok büyük bir bölümünün de aynen korunacağı konusunda işaretler görülmektedir. RÖPORTAJ: KAAN AKBAŞ
ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNDE TAKİP EDİLEN YOL VE YÖNTEMLER HAKKINDA NE DERSİNİZ?
Öncelikle belirtmek gerekirse, TBMM içerisindeki partilerin temsilcilerinden oluşan Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nun (AUK) üzerinde çalıştığı şey, hukuk tekniği anlamında bir anayasa değişikliğinden ziyade, tümüyle yeni bir anayasa yapım teşebbüsüdür. Bu noktada hangi yol ve yöntem benimsenirse benimsensin, yeni bir anayasa yapacak olan meclisin, her şeyden önce toplumdaki güçler dengesini doğru bir şekilde yansıtabilmesi ve olabildiğince geniş bir uzlaşma tabanına yayılabilmesi gerekir. Özünde, bir toplum sözleşmesi sayılacak sivil ve demokratik bir anayasanın, toplumun tüm kesimlerinin katkı ve katılımlarıyla yapılmasında, bu anayasanın meşruiyet katsayısı ve istikrarı bakımından büyük yarar vardır. Sırf bu işle görevli bir Kurucu Meclisin veya halihazırdaki yasama meclisinin yapacağı yeni anayasanın, son aşamada, halkın teveccühünü hak edip etmediğini ölçme anlamında bir Kurucu Referanduma sunulması da şarttır. Ancak işin başında aranması gereken asıl şey, yeni anayasa yapımında aslolan kurucu iradenin var olup olmadığıdır. Toplumdaki temel siyasal eğilim ve ideolojileri önemli ölçüde içinde barındıran ve 1 Kasım 2015 genel seçimleri sonrasında % 95 gibi hayli yüksek bir temsil gücüne sahip olan şu anki TBMM'nin, kurucu iradesini ortaya koymak suretiyle yeni bir anayasa yapabilmesi önünde herhangi bir hukuki engel yoktur. Ancak böyle bir hukuki engel olmasa da, siyaseten TBMM'deki partilerin uzlaşma geleneğinden uzak olmaları ve belki de bu süreçte uzlaşılarak çıkarılsa bile, bu anayasanın tümüyle iktidar partisinin başarısıymış gibi lanse edilmesine sıcak bakılmaması da, yeni anayasa yapım sürecinin önündeki engellerden bazılarıdır. Buna ek olarak, Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nun, maddeler üzerinde ancak tam mutabakat, yani oybirliğiyle uzlaşmak zorunda olması da, bu anayasa yapım sürecindeki en büyük siyasal handikaplardan biri olarak görülebilir. Bu suretle herhangi bir partinin, hatta partinin Komisyon'daki üç üyesinden birisinin dahi muhalif kalmasıyla bir maddenin kabulü engellenmiş olabilecektir. Halbuki oybirliğiyle kabul yerine, 3/4 (% 75) gibi nitelikli bir çoğunluğun aranması daha yerinde olabilirdi. Zira oybirliğini sağlamak, modern çoğulcu demokrasilerde zaten aranmaz, aransa da bunun sağlanması neredeyse imkansızdır. Dünyada, yeni bir anayasa yapım sürecini gerçekleştiren diğer ülkelere de bakıldığında, tam mutabakat şartının aranmadığı görülecektir. Halihazırda Komisyon'daki dört partiden üçünün uzlaşabilmesi, oybirliğiyle karar alma ihtimaline göre daha kolaydır ve bu durumda da Komisyondaki herhangi bir partinin, pek çok konuda kendisinin dışarıda bırakılacağı düşüncesini taşıması, yersiz bir endişeden öteye geçmez.
1982 ANAYASASI'NDA ŞİMDİYE KADAR YAPILAN DEĞİŞİKLİKLER, ÜLKENİN HUKUKİ VE SİYASİ SORUNLARINI ÇÖZMEDE YETERLİ OLMUŞ MUDUR?
Bu soruya olumlu cevap verilebilseydi, şu an yeni bir anayasa yapım çabalarına da ihtiyaç duyulmazdı. 1982 Anayasası şimdiye kadar 17 defa değiştirilmiş, ancak bunlardan biri (2008 Anayasa değişikliği), Anayasa Mahkemesi'nce esastan (yetkisiz olduğu halde) iptal edilmiştir. Bu değişikliklerden üç veya dördü dışında diğerlerinin, Anayasa'nın otoriter ve vesayetçi yapısı üzerinde etkili olmaktan uzak kaldığı görülmektedir. Bu anayasa değişiklikleri içerisinde, hak ve özgürlükleri genişletip güvence altına almaları bakımından 2001 değişiklikleri daha bir öne çıkarken, 1995 ve 2010 değişiklikleri de yine bu yönde eksik bırakılan noktaları tamamlamaya ve hukuk devletiyle bağdaşmayan hususları düzeltmeye çalışmıştır. 2010 anayasa değişiklikleri bazı hak ve özgürlükleri iyileştirmenin ve önündeki engelleri kaldırmanın yanında, özellikle Anayasa Mahkemesi ve HSYK gibi anayasal kurumların yapısal dönüşümlerini, öncekine kıyasla daha demokratik bir hale getirmek bakımından da önem taşımaktadır. Ancak şu var ki, yapılan tüm anayasa değişiklerine rağmen, mevcut anayasanın içine sinmiş olan vesayetçi, anti-demokratik ve özellikle anti-liberal ruhun tümüyle silinip atıldığı da söylenemez. Bu anayasayı, kısmi yamalarla dönüştürmeye çalışmaktansa, hem yapılış yöntemi hem de öz ve muhtevasıyla demokratik, özgürlükçü ve de bireyi 'insan onuru' değeriyle öne çıkaran çağdaş bir yeni anayasanın sıfırdan ortaya konmasının daha sağlıklı olacağı ve tüm toplumun da, ümidi biraz sarsılmakla birlikte, hala bu beklenti içinde olduğunun bilinmesinde yarar vardır. Kamuoyunun neredeyse tamamına hakim olan bu haklı beklentinin karşılanması, artık ötelenemeyecek kadar önem arz etmektedir. Bu haklı beklentiyi sekteye uğratacak herbir düşünce ve teşebbüsün, kamuoyu ve tarih önünde büyük bir töhmet altına gireceğine şüphe yoktur. Zaten yeni anayasayı yapmayıp veya yaptırtmayıp da, mevcut anayasaya habire eleştiriler getirmenin ise hiçbir tutar tarafı kalmayacaktır.
MECLİSTE ANAYASA YAPIM SÜRECİNDE ORTAK BİR MUTABAKAT (UZLAŞMA) MÜMKÜN MÜDÜR?
Bu konuya ilk soru vesilesiyle kısmen değinmiştik. Ortak mutabakat deyimiyle, sanırım tam mutabakat, yani kararların Anayasa Uzlaşma Komisyonu'ndaki tüm partilerin oybirliğiyle alınması kastedilmektedir. Ancak bunun çok zor, hatta hükümet sistemi ve vatandaşlık tanımı gibi bazı çetrefilli ve ihtilaflı konularda neredeyse imkansız olduğu bile söylenebilir. Bununla birlikte, 2011 sonrasındaki Uzlaşma Komisyonu'nun şimdiye kadar bu yöntemle üzerinde uzlaştığı madde sayısı 60'ı bulmuştur. Üzerinde uzlaşılan bu maddeler ise, mevcut anayasal uygulamanın nispeten daha ilerisine parmak basmakla birlikte, bu uzlaşı siyasal aktörlerin kırmızı çizgilerinin dışında kalan, yani çok fazla ihtilaflı olmayan konulara ilişkin kalmıştır. Bu çetrefilli konular arasında özellikle vatandaşlık, anadilde eğitim, demokratik özerklik, devletin temel nitelikleri ve bu niteliklerin yer aldığı hükümlerin değişmezliği konusu ile hükümetin başkanlık sistemi önerisi ön plana çıkmaktadır. Muhalefetteki partiler, hükümetin başkanlık sistemi önerisi karşısında kırmızı çizgilerini çizip, buna karşı açıkça cephe almış, hatta ana muhalefet partisi, daha usul ve yönteme ilişkin konular görüşülürken, yani esastan görüşmelere geçilmemişken uzlaşma masasını terketmiş ve yapılan tekrar davetleri de geri çevirmiştir. Bu noktada, yeni anayasanın hükümet sistemine ilişkin, ve dolayısıyla yasama ve yürütmeyi ilgilendiren maddelerine yönelik her teklife kapıyı kapatmanın ve kendi dediğinde diretmenin uzlaşma kültürünün gelişmesine hiçbir katkısı olmayacaktır. Aksine bu tutum, tam bir dayatma tavrı olup, siyaseten azınlıktaki bir grubun, çoğunluğun yönetme inisiyatifini sabote etmeye yönelik bir davranıştır. Tam bu noktada şunu tekrar hatırlatmakta fayda vardır ki, çoğulcu demokrasilerde kararlar oy birliğiyle alınmaz, daha doğrusu alınamaz. Genelde oy çokluğu gözetilirken, bazı önemli konularda ise 3/5, 2/3, 3/4 gibi nitelikli çoğunluklar aranır. Komisyondaki partilerin, temel siyasal değerler konusundaki uçlarda gezinen uzlaşmaz söylem ve tavırları ve hatta bir partinin kendi içindeki ihtilafları da, bu anayasa yapım sürecindeki en büyük siyasal handikapların başında gelmektedir.
BAŞKANLIK SİSTEMİNİN TÜRKİYE'DE UYGULANMASI MÜMKÜN MÜDÜR, MEVCUT SİYASAL REJİME KARŞI OLUMSUZLUKLAR GETİRİR Mİ?
Hükümet sistemi olarak, yüz yılı aşkın süre öncesinde başlayan bir parlamenter sistem deneyimi olan Türkiye'nin, başkanlık sistemine geçme yönündeki teşebbüslerinin, şu anki sosyal, siyasal, kültürel yapı çerçevesinde istenen ve beklenen faydaları sağlayıp sağlamayacağı konusunda ciddi kaygıların olduğu göz ardı edilmemelidir. Özellikle geçmişte sıkça yaşanan başarısız koalisyon hükümetlerinin kötü uygulamaları sonucundaki hükümet istikrarsızlıklarını önlemek yönündeki bu fayda beklentisinin, Türkiye açısından hükümet krizleri yerine, bu kez de daha köklü bir rejim krizine yol açacağı risk ve ihtimalinin göz ardı edilmemesi gerekir. Zira başkanlık sisteminin doğduğu ve en saf haliyle uygulandığı yer olan ABD'nin tümüyle kendine özgü şart ve özelliklerin sonucunda bu sistem başarılı biçimde uygulanmaktadır. Hatta doktinde, ABD'de demokrasinin başkanlık sistemi sayesinde değil de ona rağmen işlemeye çalıştığı dahi söylenmektedir. Başkanlık sisteminin de demokratik yönetim biçimlerinden biri olduğu konusunda şüphe yoktur. Ancak Türkiye açısından, başkanlık sistemine geçerek bunu başarıyla işletebilmenin önünde bazı hukuki, siyasal, kurumsal ve sosyo-kültürel engellerden söz etmek gerekir. Ülkemizin, rejimin temel siyasal değerleri üzerinde uzlaşmasını tam olarak sağlayamamış aşırı çok partili yapısı, partilerin, iç yapısı bakımından aşırı disiplinli ve parti içi demokrasi uygulamalarından uzak olmasının yanında, ideal anlamıyla tam bağımsız ve tarafsız güçlü bir yargıyı sağlamada yaşanan sıkıntılar ve de sosyal planda sağlam ve köklü bir demokrasi geleneğinin ve uzlaşma kültürünün tam anlamıyla siyasal pratiğe geçirilememiş olması gibi faktörlerin de etkisiyle başkanlık sistemi, Türkiye'de, ancak görünürde bir hükümet istikrarı sağlayabilir. Fakat yürütme ve yasama organındaki siyasal çoğunlukların farklı siyasal partilerde olması durumunda, sistemin tıkanıp kilitlenerek rejim krizlerini tetiklemesi çok kuvvetle muhtemel bir tehlike olarak karşımızda durmaktadır. Bu tıkanma ve kitlenmenin üstesinden gelebilecek hukuki ve siyasi mekanizmalar kurulmak suretiyle bu sistem değişikliğine gidilmelidir. Mesela böyle bir yasama-yürütme tıkanması karşısında, başkana veya meclise tanınacak, hem başkanlık hem de meclis seçimlerinin yenilenmesini öngören bir eş zamanlı seçim düzenlemesi, siyasal kitlenme riskini azaltan veya çözen bir katkı sağlayacaktır. Ayrıca yürürlükteki nisbi temsile dayalı seçim sistemi ve bu seçim sisteminin çanak tuttuğu çok partili bir siyasal hayatın yanı sıra, bu partilerin ideolojik açıdan aşırı bölünmüş yapısının sunduğu imkanlarla başkanlık sisteminden beklenen fayda tam sağlanamayacaktır. Başkanlık sistemi, öncelikle seçim sisteminin, tek veya iki turda yapılacak 'dar bölge (tek isimli) çoğunluk' veya 'daraltılmış (5-6 kişilik) bölge çoğunluk sistemi'ne dönüştürülmesi ve bu seçim modelinin en az 3 veya 4 seçim döneminde uygulanmasıyla tedricen oluşacak temelde iki partili bir sistemin oluşturduğu siyasal zemin üzerinde, gayet iyi işletilebilir ve kendisinden beklenen faydaları (etkili, güçlü, istikrarlı ve daha demokratik bir yönetim) sağlayabilir. Aksi halde, seçim sistemi ile parti sistemini hiç dönüştürmeksizin geçilecek bir başkanlık sistemi, iyi ve sağlam bir temel hazırlamadan gökdelen inşa etmeye benzer ki, bu da küçük sarsıntılarda dahi bir yıkılma riskini beraberinde getirecektir.
1876 YILINDAN BERİ YAPILAN TÜM ANAYASALAR, HALKIN YAPIM SÜRECİNE HİÇ DAHİL EDİLMEYİP DEVLET ELİYLE YAPILMIŞ ANAYASALARDIR. ŞİMDİ SİVİL BİR ANAYASA YAPABİLME YÖNÜNDEKİ İHTİYAÇ NE ÖLÇÜDE KARŞILANABİLİR?
Konuyu idealize edersek, sivil bir anayasanın yapılması yönünde toplumun hemen tamamında bir beklentinin olduğu ve bu beklentiyi hayata geçirme noktasında hiçbir hukuki engelin bulunmadığı görülmektedir. Hatta Kasım 2015 genel seçimlerine giderken tüm siyasal partiler programlarında ve seçim propogandalarında yeni anayasa konusuna özel bir önem verdiklerini deklare etmişlerdir. Toplum temelinde ise uzun yıllardır var olan böyle bir beklentinin, bir seçim öncesinde tüm siyasal partilerce karşılanacağı sözü verilmiş ve bunun da etkisiyle seçimlere katılım oranının % 87'lere vardığı gözlenmiş, seçimler sonucunda oluşan Meclis'teki siyasal temsil oranının da % 95'lere ulaşmasıyla, adeta bu Meclis'in yeni anayasayı yapacak bir 'Kurucu Meclis' gibi çalışacağı beklentisi oluşmuştur. 2011 genel seçimleri sonrasındaki yeni anayasa çalışmalarından bu yana, sivil toplum örgütleri başta olmak üzere, toplumun tüm kesimlerinden, hatta tek tek bireylerden yeni anayasa konusunda toplanmış olan çok geniş bir teklif ve talep havuzu oluşturulmuştur. Tüm bu teklif ve talepleri görüşmek, olgunlaştırmak ve de karara bağlamak üzere, Meclis içindeki partilerin milletvekili sayılarına bakılmaksızın eşit ölçekte temsil edildikleri Anayasa Uzlaşma Komisyonundan beklenen performansın, bir partinin masaya dönmeme iradesine rağmen, en kısa zamanda hayata geçmesi gerekmektedir. Komisyon'daki partilerin, partizanca söylem ve eylemlerden uzak kalarak ülke ve millet menfaatleri uğruna keskin talep ve kırmızı çizgilerinden fedakarlık göstererek ortak paydalarda buluşmaya çalışmaları fevkalade önemlidir. Bu noktada, dostlar alışverişte görsün türünden yürütülecek göstermelik faaliyetler de kamuoyunu tatmin etmekten uzak kalacak ve belki de toplumun tüm kesimlerinin, yeni anayasa noktasındaki ümitlerini kırmak ve hatta yok etmek anlamına gelecektir. Önceki dönemden kalan ve üzerinde uzlaşılan 60 maddenin, en azından bir anayasa değişikliği ile mevcut anayasaya monte edilmesi yönündeki Hükümet talebinin şimdiye kadar hiç sıcak karşılanmaması ise, oldukça ilginç bir siyasal tepki olmuştur. Şöyle ki, Uzlaşma Komisyonu içerisinde tüm partilerin oy birliğiyle benimsenen hükümlerin, yeni bir anayasayla olmasa da, hiç değilse bir anayasa değişikliğiyle resmileştirilmesi konusundaki bu uzlaşmazlık görüntüsü, aslında ne kadar uzlaşma kültür ve geleneğinden yoksun olduğumuzun da açık bir göstergesidir.
MEVCUT ANAYASADAKİ DEĞİŞTİRİLEMEZ MADDELERİN YENİ BİR ANAYASA İLE DEĞİŞTİRİLEBİLMESİ SÖZ KONUSU OLABİLİR Mİ, DEĞİŞİRSE ÜNİTER YAPI BOZULUR MU?
1 Kasım 2015 seçimleriyle göreve başlayan TBMM'nin, yukarıda da belirttiğimiz üzere adeta bir 'Kurucu Meclis' gibi çalışması, onun bir asli kurucu iktidar fonksiyonu görmesini de beraberinde getirmiştir. Bu arada, Kasım 2015 genel seçimleriyle oluşan ve % 95'lik temsil oranına sahip olan ve toplumun tümünde yeni bir anayasa yapması beklenen ve bu yönde çalışmalara başlayan böylesi bir meclisin, yeni bir anayasa yapamayacağını ileri sürmek, yeni anayasaların, ancak askeri darbe, ihtilal, savaş vb. olağanüstü durumlar sonrasında yapılabileceğine kendini şartlandırmaktan başka bir şey değildir. Bundan hareketle, 2015 genel seçimleriyle oluşan TBMM'nin bir Kurucu Meclis sayılması gerektiği (Fransız tipi Kurucu Meclis modeli) ve asli kuruculuk fonksiyonu yürütebileceği şüpheden uzaktır. Asli kurucu iktidarın da hukuken sınırsız bir iktidar olduğu bilinen bir gerçektir. Mevcut anayasanın değiştirilemez hükümlerinin yeni anayasada da olup olmayacağı, tümüyle siyasal bir tercih konusudur. Anayasayı değiştiren güç, yani tali kurucu iktidar, anayasanın değişmezlik hükümleriyle ve değiştirme usul ve yöntemleriyle bağlıdır. Yeni bir anayasa yapan gücün, asli kuruculuk fonksiyonuyla, mevcut anayasadaki değişmez hükümleri aynen veya değiştirerek alması kuvvetle muhtemel olmakla birlikte, bu hükümlerin yine değişmezlik kapsamına alınıp alınmayacağı ise şüpheli görünmektedir. Devletin üniter yapısından bahseden hükmün, yapılması düşünülen yeni anayasada da devam etmesi gerektiği açıktır. Ancak bu konu üzerinde Komisyon'daki tüm partilerin hangi formülasyon çerçevesinde bir mutabakata varıp varamayacakları ise yukarıda sözünü ettiğimiz ihtilaflı noktalardan sadece biridir. Bunun yanında şu an için değişmezliği öngörülen hükümlerin çok büyük bir bölümünün de aynen korunacağı konusunda işaretler görülmektedir. RÖPORTAJ: KAAN AKBAŞ