Gül: 'OHAL aleyhine yapılan söylemler, pek de insaf ölçüleriyle bağdaşmaz'
Söyleşimizde bu haftanın konuğu Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cengiz Gül oldu.
15 Temmuz darbe ve işgal harekâtı ile OHAL karar ve uygulamalarına anayasal bir bakış getiren ERÜ Anayasa Hukuku Öğretim Üyesi Doç. Dr. Gül, “Bu şartlarda bir sıkıyönetim bile ilan edilebilecekken, daha hafif bir tedbir olarak OHAL ilan edilmesi ile yetinilmesi aleyhine yapılan söylemler, pek de insaf ölçüleriyle bağdaşmamaktadır” dedi.
DARBE VE İŞGAL HAREKÂTININ PERSPEKTİFİNİ NASIL GÖRÜYORSUNUZ?
Türk demokrasi tarihinin, 1946’dan ve hatta gerçek anlamıyla 1950’den başlattığımızda, günümüze kadar geçen 66 yıllık sürenin tamamının maalesef kesintisiz bir demokratik yaşam seyri içinde devam etmediğini görebiliriz. Bu süre içinde ülkemizde demokrasi, fazlasıyla saldırıya maruz kalmış ve bir hayli de yara almıştır. 1950’den bu yana maruz kaldığımız askeri darbe veya darbe teşebbüslerinin çetelesini tutmakta bile zorlanıyoruz artık. 27 Mayıs 1960’ta 38 orta rütbeli subaydan oluşan bir cuntacı ekibin gerçekleştirdiği darbeyi, aslında tam bir darbe olmamakla birlikte, askerlerin perde arkasından siyasilere baskı ile yön vermeye kalktıkları 12 Mart 1971 Muhtırası izlemiş, peşinden ise tam bir hiyerarşi içinde emir ve komutayla gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 Darbesi, ülke çapında etkisi yıllarca hissedilen travmatik sonuçlara yol açmıştır. Tabii ki ülkemizin darbe macerası bunlarla sınırlı kalmamış, 28 Şubat 1997 tarihinde, ‘hükmü ve etkisi bin yıl sürecek’ denilen ve post-modern olarak nitelendirilen ve özellikle muhafazakar toplum kesimlerinin ciddi mağduriyetler yaşadığı diğer bir yıkıcı darbeye maruz kalınmıştır. 27 Nisan 2007’de ise, eşi başörtülü bir cumhurbaşkanının seçtirilmesini önlemeye yönelik olarak, bu kez internet üzerinden hükümete ayar vermeye çalışılmış, ancak bu teşebbüs, anında AK Parti Hükümeti’nin gayet dik ve kararlı duruşuyla savuşturulmuştur. Ancak bununla da bitmeyen darbe serencamımız, içeriden ve dışarıdan vesayet düşkünü, hasta ruhlu darbe sevdalıları tarafından Haziran 2013’teki Gezi Ayaklanması ve 17-25 Aralık 2013 tarihindeki bir emniyet-yargı cuntası ile yine hortlatılmıştır. Son olarak da 15-16 Temmuz 2016’da, şimdiye kadar hiç görülmeyen bir biçimde ve yıkıcılıkta FETÖ/PDY adlı terör örgütünün, askeriye içerisindeki unsurları tarafından bir darbe teşebbüsü olmanın da ötesinde, adeta ülkeyi bir işgale götürebilecek çapta bir terör eylemleri organizasyonu hayata geçirilmek istenmiş, lakin şimdiye kadar bu tip durumlarda hep pasif kalmış veya ürkütülerek sindirilmiş olan Türk halkı, iradesinin gasp edilmesi karşısında bir anlamda “Direnme Hakkı”nı kullanarak, bu defa iç ve dış şer odaklarınca yazılan bir senaryonun figüranı olmayı reddedip, tarih ve kaderinin kendisine biçtiği senaryonun başrolünü üstlenmek suretiyle, bu vahşi işgal saldırılarını bertaraf eylemiştir. 15 Temmuz terör eylemleri, basit bir darbe teşebbüsü olmakla kalmayıp, kapsamlı bir işgal harekâtına kapı açacak kollektif saldırılar şeklinde yorumlanabilir. Zira bu ülkenin milli iradesinin tecelligahı olan millet meclisi, Sevr Anlaşması sonrasında düşman işgaline uğradığında ve 1960 ve 1980 darbelerinde bile, ne düşmanlar ne de darbeciler tarafından bombalanmamıştı. 1960 ve 1980 darbecileri, cinayet, zulüm ve işkencelerde ne derece ileri gitmişlerse de, ülkenin cumhurbaşkanı ile başbakanına suikasta girişmedikleri, savaş uçak ve helikopterleriyle önemli devlet kurum ve binalarını bombalamadıkları gibi, bu savaş makinelerini ve tankları kendi halkına yönelterek pervasızca kullanma alçaklığına da düşmemişlerdi. FETÖ/PDY’nin, 15 Temmuz’da hayata geçirmeye çalışıp da başaramadığı bu işgal harekâtının üst aklı, 1980 Darbesi başarılınca, ulusal medyada “Bizim Çocuklar Başardı” şeklinde kendini gösterirken, bu defa başaramayınca, geride deliller bırakmış olmanın panik haliyle, acemice ve pişkin bir eda içerisinde, bu işin arkasında kendilerinin olmadığı yalanına sıklıkla başvurma psikozu ile arz-ı endam etmektedir. Vatanını, demokrasisini ve dünya çapındaki lideri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı, düşman unsurlar ve onların yurt içindeki ihanet odağı taşeronları karşısında, adeta bir sath-ı müdafaa refleksi ve fıtri bir sevk-i ilahiyle yedirmeyen bu millet, o meş’um geceden bu yana, “demokrasi ve vatan nöbetleri” ile de, bu ülke ve millet üzerinde hainane plan ve proje tasarlayanlara karşı en büyük bir caydırıcı unsur olduğunu göstermiştir. Kasım 2015’te Paris’teki terör saldırıları sonrasında düzenlenen terörü tel’in yürüyüşüne katılan, AB üyesi olsun olmasın dünyadan pek çok ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının tek bir tanesinin dahi, şu ana kadar Türk devleti ve hükümetine destek için Türkiye’ye gelmemiş olmaları, “dost kötü günde belli olur” düsturundan da hareketle, bu devletlerin dost maskesi altındaki gerçek yüzlerinin bir kez daha ifşa olması anlamına gelmektedir. 2013’te Mısır’da Sisi yönetimindeki eli kanlı darbeci cuntanın, sonuca ulaşan darbesine bile darbe diyemeyen ve de kınayamayan Batılı ülkelerin, Türkiye’deki, sonuca ulaşması milletçe engellenen darbe teşebbüsünü lanetlemesini ve ülkemize gelerek desteğini sunmasını beklemek de, herhalde ham bir hayalden öteye bir anlam taşımayacaktır. ABD ve AB ülkelerinin bu tavrının altında, Türkiye’nin, kendine biçilen rolden ve önüne çizilen yoldan sapması, daha açık bir ifadeyle, boynuna takılı kemendi çıkartıp atarak, gerçekten bağımsız bir ülke olarak hareket etmeye başlaması yatmaktadır. Yani Türkiye’nin, ABD ve AB’nin adeta bir emir eri ve güdülecek bir sürü olmayı reddederek, ekonomik, teknolojik, savunma sanayi ve özellikle siyasi yönlerden kendi ayakları üzerine kalkmaya çalışması ve bir ölçekte de kalkması, Batılı ülkelerin panik halinde, Türkiye’nin kontrolünü ve dizaynını yeniden ele geçirme noktasında her türlü operasyona girişecek bir pervasızlığı sergilemesine bahane teşkil etmiştir. 15 Temmuz darbe ve işgal harekâtı da, bu pervasızlığın hangi boyutlara gelebileceğini göstermiştir. Kullanışlı bir maşa olarak görülen ve de şimdilik kullanılmaya devam edilen FETÖ/PDY terör örgütünün kanlı darbe ve işgal harekâtının başarısızlıkla sonuçlanması, bu ülkede artık eski Türkiye’nin tamamen sona erip Yeni Türkiye’nin ortaya çıktığının da açık ve net bir şekilde tüm dünyaya ilanı anlamına gelmektedir.
OLAĞANÜSTÜ HAL (OHAL) KARAR VE UYGULAMALARININ BAZILARI TARAFINDAN ELEŞTİRİ ALDIĞINI GÖRÜYORUZ. OHAL’İN ANAYASAL ÇERÇEVESİ HAKKINDA NELER SÖYLEMEK MÜMKÜNDÜR?
15 Temmuz darbe ve işgal teşebbüsü sonrasında 23 Temmuz’da ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) kararı ve bunu izleyen günlerde peş peşe çıkarılan OHAL Kanun Hükmünde Kararnameleri’nin (KHK) yurt içinden ve dışından, pek de hukuki olmayan gerekçelerle eleştirildiğine şahit olmaktayız. Fransa’nın, Kasım 2015’te Paris’teki terör saldırısı sonrasında ilan ettiği ve en son geçenlerde 6 ay daha uzatılmasına karar verdiği OHAL kararı ve uygulamalarına karşı, ne Fransa içinde ne de uluslararası toplumda dikkate değer bir reaksiyon gösterilmezken, Fransa’daki olayların belki de yüz katı şiddetinde saldırılara maruz kalan, tarihinde ilk defa parlamentosu bombalanan, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Ankara Emniyeti, Özel Kuvvetler Komutanlığı ve MİT binalarına savaş uçağı, helikopter ve tanklarla saldırılan, başbakanına ve özellikle cumhurbaşkanına karşı alçakça suikast saldırılarına girişilen ve bu hain darbe-işgal harekâtına direnişiyle karşı koyan kahraman milletimizin 240 evladının şehit olmasına ve 2000’den fazlasının yaralanmasına neden olan bu kollektif saldırılar sonrasında, 1982 Anayasası’nın (AY) 120. Maddesine dayanılarak OHAL ilan edilmesine yöneltilen eleştirilerin hiçbir kıymet-i harbiyesinin olmayacağı açıktır. Hatta AY. m. 122’deki, “… vatan ve cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten ve dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması sebepleri…” nin de 15-16 Temmuz’da bilfiil yaşandığı dikkate alınırsa, bu şartlarda bir sıkıyönetim bile ilan edilebilecekken, daha hafif bir tedbir olarak AY. m. 120’deki OHAL ilan edilmesi ile yetinilmesi aleyhine yapılan söylemler, pek de insaf ölçüleriyle bağdaşmamaktadır.
OHAL KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMELERİ’NİN (KHK) DENETİMİ NASIL DÜZENLENMİŞTİR?
OHAL süresince çıkarılan KHK’lerin, normal dönem KHK’lerinin tersine, Anayasa Mahkemesi’nin yargısal denetimine tabi olmadığı, 1982 Anayasası m. 148/1’de ifade edilmektedir. Bu yönüyle OHAL KHK’leri üzerinde sadece TBMM’nin, onaylayıp onaylamama veya kısmen onaylama ya da tümüyle reddetme noktasında bir siyasi denetiminin olduğu söylenebilir. Buradaki yargısal denetim yokluğunun, AY. m. 2’deki hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu noktasındaki doktrin görüşlerine çok da katılmamaktayız. Zira OHAL, sıkıyönetim, savaş ve seferberlik gibi dönemler, olağan dönem hukuk kurallarıyla üstesinden gelinemeyen ve adeta bir zaruret hali yaklaşımıyla, normal dönemlere tez zamanda dönmek için sıra dışı ve olağan dışı tedbirlerin alınmasını mecburi kılmaktadır. Ancak bundan da, hukukun rafa kaldırıldığı, askıya alındığı, yani hukuksuzluğun cari olduğu gibi bir algıya kapılmamak gerekir. Bu dönemler de hukukun hakim olduğu, ancak kamu düzeni ve özgürlükler rejiminin normal seyrine dönmesine kadar, yönetim mercilerinin yetkilerinin artırıldığı geçici dönemlerdir. Zaten hâlihazır OHAL uygulaması ilk seferde Anayasa gereğince 6 aya kadar ilan edilebilecekken 3 aylığına ilan edilmiştir. Muhtemelen bu sürenin uzatılmayacağı ve belki de süresi bitmeden de kaldırılabileceğine dair Hükümet kanadından açıklamalar gelmektedir.
SİZCE TBMM’NİN ‘BY PASS’ EDİLDİĞİ İTİRAZLARININ DOĞRULUK PAYI NEDİR?
Bu OHAL ilanı ve KHK uygulamaları ile, TBMM’nin by pass edilmiş olduğuna yönelik de itiraz sesleri yükselmektedir. Bu itirazların da hukuken ve siyaseten gerçekçi bir zemini bulunmamaktadır. Zira AY. m. 121/3 gereğince, OHAL KHK’leri de Resmi Gazetede yayımlandıkları gün TBMM’nin onayına sunulmak zorundadır. Onaya sunulmayan KHK’lerin aynı gün yürürlükten kalktıkları kabul edilir. O halde, TBMM kendi onayına sunulan bir OHAL KHK’ni, maksimum 30 gün içinde ister aynen ister kısmen onaylar, isterse de reddedebilir. Bu da, TBMM’nin by pass edildiği iddialarının hukuki bir temele oturmadığını göstermektedir. Diğer yönüyle de, ülke, acil-ivedi karar ve tedbirlerin alınarak uygulamaya geçirilmesini zorunlu kılan olağanüstü şartlar yaşarken, bu konuların TBMM’nin ağır ve hantal işleyen çalışma temposu içinde halledilmesini istemenin ise, siyaseten makul ve mantıklı bir ciheti bulunmamaktadır.
TÜRKİYE’DEKİ OHAL UYGULAMALARI İLE AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ (AİHS) İLİŞKİSİNİ NASIL YORUMLARSINIZ?
Bu OHAL ilanı ve uygulamalarının AİHS’ne aykırı olduğu ve AİHS’nin tanınmadığı türünden yöneltilen itiraz söylemlerinin de hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Zaten AİHS’nin bizzat kendisi, OHAL ve sıkıyönetim gibi olağan dışı dönemler yaşayan Sözleşmeci devletlere, “Olağanüstü Hallerde Yükümlülükleri Askıya Alma” başlıklı 15. maddesi ile, “savaş veya ulusun varlığını tehdit eden başka bir genel tehlike halinde her Yüksek Sözleşmeci Taraf, durumun kesinlikle gerektirdiği ölçüde ve uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklere ters düşmemek şartıyla, bu Sözleşmede öngörülen yükümlülüklere aykırı tedbirler alabilir” diyerek ilgili devletin Sözleşmeyi değil de sözleşmeden doğan yükümlülüklerini askıya alabileceği imkanını vermektedir. Ancak AİHS, ilgili devlete, bu askıya alma imkânını kullanmak istediğinde, alınan tedbirler ve bunların gerekçesinin Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne bildirilmesini şart koşmaktadır. Hâlihazırda Türkiye ile birlikte Fransa ve Ukrayna gibi Konsey üyesi 7-8 devletin daha AİHS m.15’in sunduğu askıya alma imkânından faydalandığı bilinmektedir.
SON OLARAK KAMUOYUNDAKİ İDAM TALEPLERİNE HUKUKİ VE SOSYOLOJİK AÇIDAN NASIL BAKILABİLİR?
15 Temmuz’da gerçekleştirilen darbe ve işgal teşebbüsü sonrasında kamuoyunda, bu ihanet saldırısında bulunanlara karşı “Demokrasi Nöbetleri” vesilesiyle kamuoyunda hararetle dile getirilen idam talepleri konusunda da bir adım atılacaksa ki öyle görünüyor, bunun öncelikle bir anayasa değişikliğiyle 1982 Anayasası’na monte edilmesi ve arkasından Türk Ceza Kanunu’na da idam cezasının bir cezai müeyyide olarak eklenmesi gerekmektedir. İdam cezasının anayasal ve kanuni düzenlemesinin yapılmasıyla birlikte, bu cezanın 15 Temmuz darbeci faillerine uygulanıp uygulanamayacağı konusu da şimdiden tartışılmaya başlanmış durumdadır. Bu tartışmayı çıkartıp sürdürenlerin iddiası, hukukun genel ilkelerinden olan “kanunlar geçmişe yürümez” ilkesinden hareketle, idam cezası düzenlemesinin 15 Temmuz darbecilerine uygulanamayacağıdır. Bu çerçevede AY. m. 15/2’de sayılan ve çekirdek haklardan olan “suç ve cezaların geçmişe yürütülemeyeceği” kuralı da hesaba katıldığında, getirilecek olan idam cezasının, sadece geleceğe dönük uygulanabileceğini, 15 Temmuz darbecilerine uygulanamayacağını ileri sürmenin, kamuoyunda bu konuda ortaya çıkan tam mutabakat ve beklentinin karşılanamaması ve tatmin edilememesi anlamına geleceği açıktır. Bu noktada yaşanan totolojiyi, yani çelişkiyi hukuken aşmak ise, yine Anayasaya, bu idam cezasının 15 Temmuz darbecilerine de uygulanacağını ifade eden bir hükmü, geçici maddelere eklemek suretiyle mümkün olabilir. Aksi halde, idamı tekrar getirmiş olmanın, sırf gelecekteki cunta heveslilerini caydırmaktan öteye bir fonksiyonu kalmaz. Zaten kamuoyunun da “müstakbeldeki cuntacıların gözünü korkutalım, bu bize yeter” türünden bir düşüncesi olduğunu da şu ortamda kimse ileri süremez. O halde, Avrupa Birliği (AB)’ne üyelik süreci açısından ciddi tepkilerin ve hatta dışlamaların bile adeta göze alındığı bu aşamada, 15 Temmuz darbecilerine uygulayamadıktan sonra, getirilecek bir idam cezasının, ‘güneş alsın diye pencere kenarına iliştirilen bir saksı’dan öteye bir anlam ve kıymeti olmayacaktır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere bu totoloji, Anayasanın geçici maddelerine bir hüküm eklemekle hukuken aşılabilecektir. RÖPORTAJ: KAAN AKBAŞ