- Haberler
- Röportaj
- Hakim Daştan: 'Kadına şiddetin çözümünde etkisiz kalınması, hakikatlerin uzağında çözüm aranmasındandır'
Hakim Daştan: 'Kadına şiddetin çözümünde etkisiz kalınması, hakikatlerin uzağında çözüm aranmasındandır'
Bu hafta söyleşimizi, gündemden bir türlü düşmeyen kadına şiddet ve kadının istismarı hakkında gerçekleştirdik.
Konu ile ilgili görüş ve bilgilerini aldığımız Kayseri Asliye Ceza Hakimi Necati Daştan, ‘kadına şiddet önlenebilir mi?’ konulu söyleşimizde; “Kadına şiddeti önlemek için çıkarılan yasaların etkisiz kalmasının nedeni çareyi, çözümü olayın hakikatlerinin çok uzağında arama gafletidir” dedi.
TÜRKİYE’DE YILLARDIR TARTIŞILAN BİR KONU VAR KADINA ŞİDDET. PEK ÇOK YASAL DÜZENLEME YAPILDI İDARİ VE CEZAİ YÖNDEN PEK ÇOK TEDBİR ALINDI ANCAK HALA KADINA ŞİDDET HABERLERİNDE BİR AZALMA GÖRMÜYORUZ. SİZCE BUNUN SEBEBİ NEDİR, NERDE HATA YAPIYORUZ?
Konuya girmeden önce temel ilkeyi belirleyelim...
Bir hukuk sistemini kül halinde ıslah etmeksizin tek bir suç türü ile mücadele gayreti çölde su aramak gibidir.
Bunun ülkemizde tek bir istisnası vardır o da büyük şehirlerdeki kapkaç olaylarıdır ki bu suçlar (suçların yağma suçuna dahil edilmesi ve mobeselerin etkinleştirilmesi) ile bir seviyeye gelinmiş olmasıdır. Bunun ikinci bir istisnası yoktur.
Kadına şiddeti önlemek için çıkarılan yasaların etkisiz kalmasının nedeni çareyi, çözümü olayın hakikatlerinin çok uzağında arama gafletidir. Nasrettin hocanın evin bodrumunda kaybettiği anahtarı sokakta araması gibi bir şey...
Bir erkek çocuğunun ergenlik yaşına kadar izlediği dizi ve filmlerde 17 bin öldürme sahnesine tanık olduğu gerçeği, olayın ne denli karmaşık boyutlarda olduğunun bir ispatıdır.. Bunun yanında küçük çocukların tecavüz sahnelerine tanık olmaları ve filmlerde ruhi gelişimlerine uygun olmayan sahnelere denk gelmeleri bunun yanında sübliminal (25. Kare) reklam ve programların çocukların şuuraltında büyük bir hasar bıraktığını düşünüyorum.
Dizilerindeki şiddete hükmedemeyen, çocuklara örnek teşkil eden sokaklardaki kavgayı ve sindirme eylemlerini mani olamayan devletin sadece kadına şiddeti önlemesi mümkün olamaz.
Pek çok insan, fıtratında şiddeti barındırır. Bu yaratılış gereğidir. Bu nedenle fıtratında şiddeti barındıran bir insana sonradan şiddet yüklemesi yapılması da gerekli değildir. Burada yapılması gereken, bu şiddet eğilimlerinin yumuşatılması ve terbiye edilmesidir. Bunun da yaşı çok erken yaşlardır. 20 yaşına gelmiş bir insanın terbiye edilmesi hayli çok güç olacaktır.
Şiddet, sadece erkeklerin kadına karşı işlediği bir suç da değildir. Kadınların erkeklere karşı işlediği duygusal şiddet veya fiziksel şiddet suçları da az değildir. Toplumu suçlar yönünden steril bir hale getirmediğimiz sürece, Şiddeti, ailede, okulda, iş yerinde bir terbiye aracı olarak görerek büyüyen bir neslin şiddetten uzak durmasının mümkün olmadığı bilinmelidir.
Trafikte kırmızı ışık ihlalini önleyemediğiniz bir insanın şiddete bulaşmasını nasıl önleyeceksiniz. İnsan kırmızı ışık ihlali yaparken dünyaya şu mesajı veriyor: Ben kanunları ve devleti tanımıyorum. Ben başkalarından üstünüm. Başkaları bu kurallara uyabilir ancak ben uymuyorum. Gelsin devlet benden hesap sorsun. Yahut kendinin çok uyanık olduğunu ve devletin onu yakalayamayacağını düşünür. Bu mesajı insanlara verdirirsek yaşanacak suçlar için bahane üretmemize gerek yok.
Zira siz hangi insanın kafasında hangi suç için planlar yaptığını bilemezsiniz. Bu nedenle toplumun büyük çoğunluğu potansiyel bir suçlu olarak karşımıza çıkmaktadır.
PEKİ DEVLET NEYİ İHMAL EDİYOR VE NE YAPILMALI SİZCE?
Her şeyden önemlisi kadına bakışı değiştirmemiz gerekiyor. Bunu sağlamadığımız sürece kadına şiddeti de önleyemeyeceğiz.
İnsanlara merhameti öğretmeliyiz. Merhamet seminerleri, şefkat terapileri düzenlemeliyiz. Empatiyi öğretmeliyiz. Yardımlaşma duygusunu nesillere öğretmeliyiz. Hayatında hiç yoksul ve çaresiz insanla tanışmadan büyüyen gençler var onları çaresiz insanlarla buluşturmalıyız. Gençlerimizi ilmel yakınden alıp aynel yakıne daha sonra hakkal yakine götürmeliyiz.
SAYIN HAKİMİM NEDİR BU İLMEL YAKİN- HAKKAL YAKİN?
Şöyle izah edelim. Hayatında hiç kar görmemiş bir insana karı anlatsak veya onun resmini göstersek bu insanın karı bu haliyle tanıması ilme-l yakindir. Yani bu insan kar diye bir şeyin var olduğunu ilmen bilir. Sonra bu insanı karlı bir dağa götürsek ve karı gözleriyle görmesini sağlasak bu hakka-l yakindir. Sonra bu insanın eline kar versek onun soğukluğunu ve yoğunluğunu hissetmesini temin etsek bu ayne-l yakindir. Yani insanlara bir bilgiyi sadece bilgi olarak vermekle başarılı olamayız. Onlara hissettirmek ve yaşatmamız gerekiyor.
Sokaktaki aciz insana merhamet etmeyen, hiç kimseye merhamet edemez. Merhameti bilmeyen acıma duygusunu bilmez. Empatiyi bilmeyen acının ne olduğunu bilmez. Maalesef bu tür ilişkilerde en çok kaybeden kadınlarımız ve kızlarımız oluyor. Erkekler bir şekilde aradan sıyrılıp hayatlarına devam edebiliyorlar. Olan kızlara oluyor ki örneğimizde olduğu gibi bunun bedelini canıyla ödeyebiliyorlar. Bunun formülü şu. Bir insan kendi kızına veya kız kardeşine nasıl bakılmasını istiyorsa diğer kız çocuklarına da o gözle bakmalıdır. Bunu insanlara öğretemediğimiz müddetçe bu konuda başarılı olamayacağız. Şayet insan nefsi arzularını dizginlemekte zorlanıyorsa nefsini ya oruçla terbiye etmeli yahut o mekandan uzaklaşmalıdır. Yani başka bir yere naklini istemelidir. Çünkü insanın içine düşen bir ok zamanla şeytanın bir kılıcı haline gelir. İnsanı derinden derine tahrik ederek hata yapmaya sevk eder.
CEZALARIN ETKİNLEŞTİRİLMESİ BU KONUDA BİR SONUÇ DOĞURABİLİR Mİ?
Cezaların etkinleştirilmesi ve ağırlaştırılması en azından o sanık yönünden tesirli bir sonuç doğurabilir ki bu bile çok önemlidir. Zira cezasını çektikten sonra yeniden kadına şiddete yönelen sanıklar az değildir.
Ancak bunun henüz suç işlememiş ve işleme potansiyeli olan kişiler yönünden çok da tesirli olacağı söylenemez.
Askerliği düşünün, bir asker komutana haksız dahi olsa ona el kaldıramıyor. Bun nedeni ağır disiplin ve müeyyide. Burada temel etken algıdır. Yani “komutana asla el kaldırılmaz, el kaldırana bunu yaptığını pişman edilir.” Bu algının sivil hayatta da insanların beynine yerleştirilmesi gerekiyor. Dün insanlar polisten ve devletten korkardı bugün polisle dalga geçiyorlar. Bu iyiye bir gidiş değil. Elbette eski dönemlerde polisin yaptığı zorbalıkları ve işkenceleri de biliyoruz. Ancak gelinen nokta devletin otoritesinin sarsıldığı ve artık kolluğun görev yapamayacak hale gelmesini göstermesi açısından önemli. Pek çok polis tanıdığım artık görev yapmakta zorlandıklarını ve mesleki yönden bugün başıma bir şey gelmeden akşamı nasıl yaparım kaygısı ile göreve gittiklerini anlatıyorlar. Bu insanın siz suç ve suçlu ile etkin mücadele etmesini bekleyebilir misiniz? Bu insan suçu görür görmezden gelir. Bunlar polisin değil devletin zaafa uğraması demektir. Ne yapılması gerekir diye sorarsanız polisin çok iyi eğitimden ve testlerden geçirilmesi. Çok iyi maddi ve özlük imkanlar verilmesi. Ancak güç ve yetkisinin artırılması gerekir. Gezi olaylarından gördük. İnsanlar pervasızca polis aracını yakabildiler. Bu insanlar bunu kolaylıkla yapabiliyorsa bunun bir alt yapısı olmalı. Devlete Molotof atan bir insanın bunu çok ağır ödetileceğini bilmesi gerekir. Devlet bu kadar ucuz olamaz.
Konumuza dönersek şunu asla hafızalardan çıkarmamak gerekiyor. Bir erkek, bir kadına yönelik şiddete başvurduğu eylem onun ilk eylemi değildir. Bu sanık belki onlarca şiddet eyleminin getirdiği alışkanlık ve kolaylıktan sonra bir kadına el kaldırmış oluyor.
Önemli olan şiddeti besleyen ve büyüten kanalları rehabilite etmek, erkek ve kadınların rol çakışmasının doğurduğu gerginlikleri ortadan kaldıracak önlemler almak ve ceza kavramını yeniden belirleyerek insanları terbiye etmenin yolunu açmaktır.
SAYIN HAKİMİM GEÇTİĞİMİZ YIL ÖZGECAN CİNAYETİ BU SENE KAYSERİ’DE CİNSEL SALDIRI NEDENİYLE İNTİHAR EDEN BİR LİSE ÖĞRENCİSİ… NELER OLUYOR, NEREYE GİDİYORUZ?
Bir toplum değer yargılarını kaybetmişse ve onun kaybından dolayı en küçük bir teessür duymuyorsa bu tür olaylara alışmamız gerek. Ben gelecekte daha vahim olaylar olacağını tahmin ediyorum. Dün söylediklerimizin bugün gerçekleşmesi bizi çok da memnun etmiyor aksine dehşete düşürüyor. Yanılmayı çok isterdim oysaki. Ben çocuklarım için endişe duyuyorum. Ülkemin geleceği adına acil tedbirler alınması gerektiği kanaatindeyim. Yoksa yarın çocuklarımız bu tedbirleri almak için çok geç kalabilir.
Yavaş yavaş bizi, biz yapan edebi kaybediyoruz. Bunu hem çocuklarımızda hem gençlerimizde görmek mümkün. Gençlerimizde ayakları yere basmayan kuru bir özgüven var. Bu tehlikeli. Niçin tehlikeli? Bu özgüven, ciddi bir sorunla karşılaşınca gencin o sorunla baş etmesi için yeterli olmuyor. Oysaki önceki nesil pek çok sorunu tek başına üstelenen bir güce ve yeteneğe sahipti. Ben yetim kaldıktan sonra evin iaşesini tek başına karşılayan 14 yaşında gençler biliyorum.
Toplumsal bir ahlaki değer yozlaşınca onun nereye gideceğini bilemezsiniz. Bunun yerine neyi koyacağı bilinmiyor. Şöyle düşünün bir lise öğrencisi öğretmenin karizmasını çizince mutlu olduğunu düşünür. Bu yanıltıcı bir mutluluktur. Zira yarın kendisi öğretmen olduğunda bunun ne kadar kötü bir şey olduğunu anlamaya başlar. Oysaki karizması çizilen öğretmen değil sistemdir. Sistemin bozulması demek o öğrencinin zararı demektir. Öğretmenin karizmasının çizilmesi öğretmene elbette zarar verir ancak o öğrenci artık o öğretmenden veya başka öğretmenden verim alamaz. Bakış açısı değişirse ilmin bereketi kaybolur. Bunları öğretmemiz gerek gençlere. Eskiler edeb olmadan ilim ehli olunmaz demişler.
Yunus şöyle diyor;
Girdim ilim meclisine, eyledim kıldım talep,
Dediler ilim geride kaldı, illa edep illa edep
YANİ GÜNÜMÜZDEKİ PEK SORUNUN KAYNAĞINI EDEBİ DEĞERLERİMİZİ KAYBETMEK OLARAK MI DEĞERLENDİRİYORSUNUZ?
Elbette ama tam değil. Bakın edebiyat ne demek? Edep kökünden gelir. Edebi eser deriz mesela. Edebe ait. Bir kural, bir düzen ve bir ahlakı olan eser demektir. Edep olmazsa edebiyat olmaz. Usta çırak ilişkisi olmazsa sanat olmaz. Bir talebenin hocasını geçmesi için önce hocasından edebi öğrenmeli daha sonra bilgi namına hocasında olan ne varsa onu almalı ve onun üzerine kendisinden bir şeyler inşa etmelidir. Toplum bugün adeta cinnet geçiriyor. Zengini, fakiri, eğitimlisi, eğitimsizi mutlu değil. Çünkü mutluluğu paraya ve maddiyata bağlayan bir nesil türettik. Mahkemelere gelenlerin çoğu çaresiz. Toplumu barıştıracak bir mekanizmamız yok. Sorunları küçükken çözecek mekanizmalar olmayınca sorunlar kangren oluyor. Ben mahkemelerde babacan hakimlerin olmasından yanayım. 17 yıllık mesleki tecrübem bana bunu anlatıyor.
NE DEMEK BABACAN HAKİMLER?
Babacan hakimler şu. Mahkemeye öyle davalar ve öyle taraflar geliyor ki barışma ihtimalleri çok yüksek. Bunlar genellikle karı koca veya çocuk ile anne baba arasındaki davalar. . Bunlara özel bir itina ile eğilsek bunlara davanın dışında zaman tanısak bunların sulh olması için arabuluculuk yapsak nasihat etsek ben eminim pek çoğunun arasını düzeltiriz. Ben bunu mesleki hayatımda birkaç kez yaptım ve başarılı oldum. Ancak bunu bu iş yoğunluğu ile yapmamız mümkün değil. Bunu yapacak özel sulh mahkemeleri kurulmalı ve buraya çok tecrübeli hakimler atanmalıdır. Bunlar ayrıca özel eğitimden geçirilmelidir. Şahsen ben böyle bir mahkemede gönüllü olarak görev almak isterim. Size isterseniz bir anımıanlatayım.
Ordu ilinde görev yaparken iki aylığına geçici görevle Ulubey ilçesine görevlendirildim. Tüm mahkemelere ben bakıyorum. Öyle ki boş günüm yok. Her gün ya duruşma yapıyorum ya keşif. Bir gün Asliye Ceza Mahkemesi duruşmasında bir baba oğul geldi. 20 yıldır konuşmuyorlar. Dava konusu ise baba oğlunun kafasına bir tartışma sonucu orakla vurmuş ve oğlunun kafasını yaralamış. 12 dikiş atılmış kafasına. Ben baba oğulu böyle görünce dayanamadım ve bunları barıştırmaya çalıştım. 15 dakika nasihat ettim. Baba daha mülayim Oğlu ise çok sinirliydi. Ben ne kadar nasihat ettimse oğlunu ikan edemedim. Sonra döndü bana; “Hakim bey bu adam bana hep kötülük yaptı. Bana mal vermedi tarla vermedi kardeşlerime ayrımcılık yapıyor. Benim boğazımı kesseniz ben bu adamla barışmam ve bunun elini öpmem. Bu artık benim babam değil” dedi. Neyse duruşma bitti. Baba duruşmadan çıktı oğlu da tam çıkarken durdurdum. Ona empati tekniğini denedim. Adeta damardan girdim. Senin çocuğun var mı dedim, var dedi. Peki sen çocuklarının kötülüğünü ister misin? O nasıl söz hakim bey ben çocuklarımız kötülüğünü nasıl isterim onlar benim canım ciğerim. Peki bu adam senin baban değil mi, sen bu adamın canı ciğeri değil misin? Bak bu adamın bir ayağı mezarda yarın bu adam ölse sen kafanı duvarlara taşlara vursan onu geri döndüremez ve rızasını alamazsın. Helalleşemezsin. Babasının rızasını almayan ise cennete giremez biliyorsun dedim. Genç adam bu ağır konuşmadan sonra durdu adeta çöktü ve ağlamaya başladı. Sonra hakim bey, babamın elini öpmek istiyorum onunla barışmak istiyorum dedi. Sonra babasını çağırttım. Duruşmaya girerken babasından bir söz aldım. Bak dedim ben oğlunu ikna ettim senin elini öpecek senden de bir ricam var. Babalık hakkını helal et dedim. Babasın dünden razı. Sarıldılar helalleştiler. Duruşma bitince baba dedi ki. Hakim bey biz yıllardır sizden bunu bekliyorduk. Böyle hakim hiç gelmedi buraya dedi.
Bu olayın bende tesiri çok fazla olmuştur. Bu olay bana şunu anlattı. Toplum özellikle hakimlerden çok şey bekliyor. Bizim arabulucu olmamızı istiyor. Bizlerin bu konuda daha aktif olmamız gerektiğini düşünüyorlar. Bu nedenle ben bira önce anlattığım sulh mahkeme sisteminin gelmesinin arzuluyorum. Yoksa bu toplumu yarın cinnetten kurtaramayacağız. Ayrıca mahkemeler gelmeden de sorunu daha büyümeden çözecek mercilerimiz olmalı. İnsanların çoğu depresyon sarmalında. Buna acilen çare bulmak gerek. İnsanlar çözümü bilmiyor. Her gün artan stres ve üzüntüler insanı karamsar yapıyor. İnsanlarda sahte bir mutluluk gözlemliyorum ben. Çoğu insan başkalarının mutsuzluğundan habersiz ve duyarsız. Halbuki biz bu toplumda birlikte yaşıyoruz. Mahallenin mutsuzluğu bizi ruhen ve maddeten rahatsız eder.
Doyumsuz bir neslimiz var. Kanaati bilmeyen, her istediklerinin anında olmasını bekleyen, olmayınca depresyona giren, her şeyin en iyisinin kendisinin olması gerektiğine inanan ve bunu meşru gayrimeşru olduğuna bakmayan. Ben bunun en önemli nedeninin eğitim sistemimiz olduğunu düşünüyorum. Ancak her şeyin okullardan beklemek da yanış. Eğitim bir kültür ve yaşam biçimidir. Osmanlı döneminde insanlar okula gitmese bile hayatın içinden geçerken çok şey öğrenirlerdi. Hayatın kendisi öğretmendi. Toplumu bu noktaya getirmemiz gerekiyor. İnsanlara örnek modeller oluşturmamız lazım. Rahmetli bir Danıştay üyesi abim derdi ki en iyi inan yetiştirme modeli örnek modeldir. Her çocuk her genç kendine model alacağı bir insan görmeli. Bunu görmezse iyi insan olamaz. Bu öğretmen olur, baba olur, mahallenin terzisi, berberi olur. Ama mutlaka bir örnek modelin olması gerek.
Toplumda helal ve haram kavramları artık dejenere oldu. İnsanlar yediklerinin ve kazandıklarının helalliğine fazla bakmaz oldular. Çocuklarına haram lokma yediren insan o çocuklardan hayır görebilir mi? Oysaki bizim kültürümüz helal ve harama özenle yaklaşır. Osmanlı askerleri bir bağdan üzüm alırken parasını ağacın dalına asar öyle giderlermiş.
İnsanlar maddeye düşünce ortak hazlar ve ortak acılar da azalmaya başladı. Alt katta cenaze olan bir evde oyun havası veya disko müziği çalınabiliyor. Komşuluk hakkımız büyük dejenerasyonlara uğradı. Dinimiz komşusu razı olmayan kişinin cennete giremeyeceğini söyler. Huzuru apartmanda sağlayamazsak mahallede hiç sağlayamayız. Şehirde hiç sağlayamayız. İnsanlar duruşma salonunda kavga eder hale geldiler. İnsan en azından mahkeme saygılı olur ve hakimin huzurunda kavga etmez. Ben bunlara anlam veremiyorum. Ve bunları çok yadırgıyorum.
KONUMUZA GELİRSEK BİR ÖĞRETMENİN ÖĞRENCİSİ İLE İLİŞKİYE GİRMESİ NASIL BİR ŞEY, BUNU NASIL KALDIRIR BİR İNSAN?
Eskiler “okumak cahilliği alır eşeklik baki kalır” demişler. Bir insanın eğitimli olması tek bir anlam ifade etmiyor artık. Teröristlerin de pek çoğu üniversite mezunu. Çünkü günümüzün eğitim sistemi eğitim değil öğretim üzerine kurulu. Lise birinci sınıf öğrencisi öğretmenine posta koymanın derdinde. Hasta yakını doktora posta koyma derdinde. Vatandaş polise posta koyma derdinde. Bilmiyor ki bu tarz yaptığı her eylem yaşadığı devleti zaafa uğratıyor ve kendi yaşam kalitesini düşürüyor. İnsanlar devleti yanında değil karşısında görüyor. Bu algıyı değiştirmemiz gerek. Devletin malına zarar veren bunu kendi evindeki eşyaya zarar veriyormuş gibi hissetmeli. Bu algıyı yerleştiremezsek bunları değiştiremeyiz.
İnsanlar artık kişilerin nasıl zengin olduklarına bakmıyor. Belki o imrendiği adam, devletin parasını hortumluyor ki özelde bu para hepimizin yani kendi parasını çalıp hırsızlık yapanların önünden el pençe divan duruyor insanlar...
Toplum adına mücadele edenlerin sayısı azaldı. Çünkü biz erdemi kaybediyoruz. Kendi menfaatimiz söz konusu olunca haksızlıkları bile dile getiremez olduk. Aman ben zarar görmeyeyim. İnsanlar sadece kendileri için mücadele eder oldular. Bu da insanları suçlar karşısında güçsüz kıldı.
CEZALARIN YETERSİZ OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYOR MUSUNUZ?
Bu ülkede herhalde idam cezasının gelmesini en çok isteyen ve haykıran hukukçulardan biriyim. Ancak şunu ifade edeyim ki. Ben sadece ceza ile suçların azalacağına inanmıyorum. Zaten öyle olsaydı tüm suçların cezasını idam yapardık hiç kimse suç işlemezdi. Yok böyle bir şey. Dünyada idam cezası uygulanan ülkeler var ama işlenen suçlar bitmiyor. İnsan fıtratı farklı bir şey. Bakın şeytan cenneti ve cehennemi bizden daha iyi bildiği halde ve cehenneme gideceğini bile bile küfründe inat ediyor bunu aklımız alıyor mu?
Burada nefis, ego ve benlik devreye girer işte. Allah insana en büyük bir imtihan vesilesi olarak nefsi vermiş. Gerçekten nefisle mücadele en zorlu savaşlardan biridir Hz. Peygamber (S.A.V) Uhut gazabında 70 sahabenin ki içlerinde Peygamberimizin ciğerparesi olan amcası da var. Şehit olduğu bir savaştan dönerken diyor ki; “Ashabım şimdi küçük savaştan büyük savaşa dönüyoruz.”
Sahabe şaşırır. Ya Rasulallah bundan daha büyük bir savaş mı olur? Diyor ki evet insanın nefisle savaşı bu savaştan daha büyük ve daha şiddetlidir.
Bir rivayete göre Allahu Teala nefsi yaratmış ve sormuş ben kimim? Sen kimsin? Nefs cevap veriyor. Sen sensin ben benim. Allah nefsi cehenneme atıyor. Yine soruyor. Cevap değişmiyor. Sen sensin ben benim. Allahu Teala bu kez nefsi aç bırakıyor. Yani temel gıdalardan, onun tek yaşam gıdası olan gıdalardan mahrum bırakınca nefis yola geliyor ve teslim oluyor. Diyor ki sen Rabbimsin ben senin aciz bir kulunum. Evet nefis böyle bir şey.
Bizler nefsimizi terbiye etmeyi unuttuk. Nefislerimizi tahrik edecek o kadar çok enstrüman var ki. Terbiye edilmemiş insanların sokakta kol gezdiği ve her türlü lüksün yaşadığı ve her türlü güzelliğin sergilendiği ifşa edildiği bir dönemde yaşıyoruz. Herkes her şeyin en güzeline kavuşmak ister. Ancak önemli olan meşru bir dairede buna ulaşmak işte size bu ahlaki vermemişlerse siz o hedeflerin meşru olup olmadığına bakmaksızın onu elde etmeye odaklanırsınız ve her gün milli piyango oynarsınız oysa bilmeyiz ki o piyango, bizim verdiğimiz paralarla dönüyor. Biz parayı vermesek o çark dönmez. Yani o zenginleri biz zengin ediyoruz. Arada harcanan reklam paraları da cabası.
SAYIN HAKİMİM BU SUÇLARI İŞLEYENLER DE İNSAN. PEKİ İNSAN NEDİR, İNSANI İNSAN YAPAN DEĞERLER NELERDİR, İNSANLIKTAN ÇIKARAN ŞEYLER NENDİR? BUNLARDAN BAHSETSENİZ!
Kainatta yaşantısı davranışları beklentileri ve tepkileri açısından en karmaşık ve en komplike bir yapıya sahip olan varlık şüphesiz insan.
İnsanı etkileyen pek çok faktör olmakla birlikte şöyle bir soru ile konuya başlamak istiyoruz. İnsanı kötülükten alıkoyan şeyler nelerdir. Yahut kötülük yapan ve yapmak isteyenler kötülükten neden uzaklaşamıyor, kötülük yapmayanları kötülükten alıkoyan nedir.
Yahut soruyu söyle soralım. İnsanı korkular mı kötülükten daha çok uzaklaştırır yoksa ödüller mi? Yahut insanı değerli kılan duygular mı?
Bir insanı korkutarak onun kötülük yapmasını elbette bir noktaya kadar önleyebilirsiniz. Ancak o insanın içindeki kötülüğü bitiremezsiniz. O insan fırsatını bulduğu ilk anda kötülüğüne davam edecektir.
Bu nedenle insanı içerden onu kötülüğe sevk eden duygularını rehabilite ederek onu iyiliklere sevk etmek ana hedefimiz olmalı.
Şöyle bir soru soralım. Yakalanmaktan korkmamış olsa insanların ne kadarı suç işler acaba?
İnsanların ne kadarı suçu kötülük olduğu için işlemiyor. Ne kadarı suçun cezasız olduğunu bilse yahut yakalanmayacağın bilse suç işler veya kötülüğe yeltenir.
Bunu bilmiyoruz. Bir çok insanın normalden daha korkak olduğu için suça bulaşmadığını bir çok insanın ise korkusuz olduğu ve bedelini ödediği için suça bulaştığını görüyoruz. Pek çok insan ise suçun manevi hazzının cezasından fazla olduğu kanaati ile suç işlemeye devam etmektedir.
Peki hangi suçların manevi hazzı onun cezasından fazla olur ki. Öyle suçlar var ki onun şöhreti sanığa farklı pencereler ve kapılar açmaktadır. Bu da onun için bir ömür itibar meselesi olmaktadır.
Pek çok insan vicdanında bir takım suçları yasak olarak görmez. Mesela Karadeniz Bölgesi’nde ruhsatsız silah taşımak vicdanlarda suç olarak görülmez. Ona göre o suçları işlemek vicdanen meşrudur ancak belki konjonktür uygun değildir. Çünkü hukuk sistemi onu cezalandırmaktadır bu nedenle yakalanıp rezil olmak da var.
Pek çok insan ise o suçu ceza olarak düzenlemeseniz dahi o suça bulaşmaktan imtina eder. Bakın etrafınıza hayvanlara olan muamelelerden anlarsınız. Bugünkü sistemde hayvana eziyet etmenin cezası çok yetersiz. Bu nedenle hayvana eziyet eden insan insana hayli hayli eziyet edebilir. Hayvana merhamet eden insan insana da merhamet eder.
Oysaki alın teri ile kazanılan helal paranın insana verdiği hazzı anlatmak mümkün değil. İnsanlarımız üretimden ziyade tüketime odaklanmış ve teşvik ediliyor. Bir mağazaya girdiğinizde hiç aklınıza gelmeyen ve ihtiyacınız olmayan ürünleri almak istiyorsunuz değil mi?
CİNSEL SALDIRI NEDİR BUNUN TÜRLERİ VAR MIDIR, BU KONUDA BİRAZ BİLGİ VERİR MİSİNİZ?
Cinsel saldırı bir insanın cinsel özgürlüğüne rızası olmaksızın müdahale edilmesidir. Cinsel istismar ise yaşı küçük çocuklara yapılan cinsel saldırılara verilen addır. Zira bunlar cinselliğin ne olduğu tam olarak bilmedikleri için sonuçlarından da haberdar değildirler bu yüzden kanun koyucu bunun adını istismar koymuştur.
Halkımızın anlayacağın şekliyle şöyle anlatayım. Bir insanın rızası olmaksızın cinselliğinden istifade etme arzularını onun üzerin tatmin etme olarak adlandırabiliriz. Klasik anlamıyla buna halk dilinde tecavüz veya ırza saldırı olarak nitelendirebiliriz.
Bir de ceza hukukunda hakimlerin karşısına çok gelen bir suç türü var ki mahkemeler o hadiseleri ayıklamakta çok zorlanmaktadır. Eylemin başında rıza vardır ancak eylemin bir yerine rıza bitiyor buna rağmen sanık eylemini devam ettirmek istiyor. İşte hangi noktada rızanın bittiği veya bitip bitmediğini çözmek kolay değil. Bazı hayat kadınları ise aldıkları parayı beğenmediklerinde tecavüz zırhına bürünerek karış tarafı sömürmeye yeltenmektedirler. Bu şekilde sömürülen insan sayısı az değildir. Toplumda bunun sayısız örneklerini görmek mümkün. Mahkemelerde en sık rastladığımız hadise ise şudur. Bir çete yanlarına bir hayat kadın alır. Bu kadın bir şekilde tanıştığı erkeklerle birlikte olmak ister ve evine davet eder. Kadın bu durumu aynı anda gizlice çetenin üyelerine haber verir. Çete üyeleri evi basar. Kadının eşiymiş gibi adama saldırırlar ve onu ölümle tehdit ederler. Yahut mahkemeye vereceklerini söyleyerek korkuturlar. Bu arada adama yüklü bir para isterler. Bu bazen 30 bin TL olup bazen 50 bin TL olur. Bu parayı vermesi halinde serbest bırakacaklarını söylerler. Adam bu korku ile parayı bunlara verir. Sonra bu çete bunu alışkanlık haline getirmeye başlar ve daha da profesyonelleşirler.
Zira o adamın bu durumun hakikatini öğrenmesi o haliyle mümkün değildir. Bu yüzden ben cinsel saldırıların pek çok çeşidinin olduğunu ancak bunun henüz kanunlara girmediğini ifade etmek istiyorum. Her bir eylem ayrı bir kanun maddesi olarak düzenlenmeli. Kanunlar hakimlere daha fazla yetki vermeli diye düşünüyorum. Zira kanunları bazen adaletin önüne geçen etken olabiliyor.
Çoğunlukla iki kişi arasında cereyan eden bu suçlarda hakikati bulmak mümkün olmayabiliyor. İşin en acı yönü her beraatle sonuçlanan cinsel saldırı eylemi, sanık için adeta bir teşvik anlamına gelebiliyor. Ki zaten pek çok eylem kadınların mahcubiyet yaşama ihtimaline binaen durum adliyeye yansıtılamıyor. Her eylem klasik manada tecavüz değildir. Bazen irade farklılaşmasını toplum tecavüz olarak algılayabiliyor ancak bu öyle değildir. Bu nedenle ceza kanunumuz bu hususları ayrı ayrı düzenlemeli. Ve adaletsizlik doğuran pek çok hususu çözüme kavuşturmalıdır.
İNSAN NEDEN CİNSEL SALDIRI SUÇUNU İŞLER?
Bunun pek çok nedeni var. Bunu esasen uzmanların açıklaması yerine olur ancak Ben acizane mesleki tecrübelerimden edindiğim üzere Büyük çoğunluğu şehvet duygusunu tatmini olarak, pek çoğunun fantezi duygusu ile, bazen kendini üstün görme yani bazı hasta ruhlu narsist kişiliklerin kadınların kendisi için bir mutluluk aracı olduğu duygusuna kapılması ile, yani kadının bir iradesinin olmadığını onun bir meta olduğunu ve sadece kendine hizmet etmesi gerektiğine inanan insanlar, nadiren de olsa bazılarının intikam güdüsü ile cinsel saldırı suçuna yöneldiklerini biliyoruz.
Cinsel saldırı suçunun faili kadın olabilir mi? Hiç şüphesiz. Kanun kadın erkek ayrımı yapmaksızın cinsel saldırı suçunu yasaklamıştır. Meslek hayatımda bu suçun faili olan bayanlara verdiğimiz cezalar dahi vardır.
BUNUN TESPİTİNİ NASIL YAPIYORSUNUZ, YANİ EYLEMİN HANGİSİ TARAFINDAN İŞLENDİĞİNİ?
Yaşa, fiziki ve ruhi olgunluğa, konuma, hiyerarşik üstünlüğe vesaire. Düşünün kız 17 yaşında; erkek 15 yaşında ve fiziken kız daha güçlü. Bu durumda kimin kim suça sürüklediği pek açık değil mi? Bu yüzden her şartta erkeklerin potansiyel suçlu olduğunu düşünmek de yanlış.
ŞU ANDAN TÜRKİYE’DE UYGULANAN TCK’NIN TOPLUM VİCDANINDAKİ KARŞILIĞI NEDİR?
Şu an yürürlükte olan TCK eski ceza yasamıza göre toplumsal yapımıza ve örfümüze daha uygun olmasına rağmen çok büyük eksiklikleri de mevcut. Ben bunları 20 kalemde yetkililere iletmiştim. Bir örnek vereyim. Bir insan karşıdakine bıçağı gösterse ve dese ki seni bıçaklarım, bu eylemin cezası 2 yıl hapis. Bu insan, seni bıçaklarım dedikten sonra bıçağı adamın bacağına soksa alacağı ceza normal şartlar altında 6 ay hapis veya 3600 TL PARA CEZASI. Yani kanun adama diyor ki bıçağı gösterdiysen mutlaka sapla yoksa daha fazla ceza alırsın. Böyle bir kanun olamaz. Bu nedenle bu ceza yasası artık belirli bir tecrübe zamanını geçirmiştir oturup yeniden revize edilmesi gerekir. Kanunlarımıza baktığımızda cinsel saldırı suçları yönünden doyurucu cezalarımızın olduğun görüyor. Lakin her şey ceza ile bitmiyor. Siz delil bulamıyorsanız olayı somutlaştırıp aydınlığa kavuşturamıyorsanız cezaların yüksek olmasının bir önemi yoktur. Türkiye’de henüz delillendirme teknikleri zayıf olduğu için ve personel yetersizliği nedeniyle olayların bu suçlarla mücadele eksik kalmaktadır. Bunun yanında insanların bu tür suçları adliyeye intikal ettirmede çekingenlik yaşadığını müşahade ediyoruz. Türk toplumunun kendi örfi yapısı ve olayın ortaya çıkmasından sonra yaşanacak hadiseler kadınların ve kızların bu olayları örtbas etme eğiliminde olduklarını bize göstermiştir. Pek çok hadise de ise küçük kızlarımız yaşanan hadisenin farkında bile değildir. Pek çok kadın küçükken yaşadığı hadisenin taciz olduğunu ancak büyüdükten sonra anladığının itiraf etmiştir.
TÜRKİYE DE HUKUK NEDEN HERKES TARAFINDAN FARKLI YORUMLANIYOR?
Bunun pek çok sebebi var. Birincisi kanun yapma konusunda özürlü oluşumuz. Kanunları herkesin anlayacağı ve hiçbir muallaklık bırakmayacak şekilde arı bir dille yazamıyoruz. Bunun nedeni kürsüdeki uygulayıcılardan fazla istifade edilmemiş oluşumuz. Zira uygulayıcılar bu kanun maddesinin ne gibi sıkıntılara yola açacağını veya başka başka yorumlayan hakimler çıkabileceği hususunda tecrübeye sahiptiler. Bunlardan istifade edilmediği için yanlış bir kanun yapma tekniği sonucu kanunlar ı herkes istediği gibi yorumlamaktadır. Bunun yanında bizdeki hukukçuların ideolojik bir yaklaşım sergilemeleri ve ideolojilerini adaletin önüne koymaları sonucu kanunları kendi dünya görüşlerine yontarak manipüle etmeleri sonucunu doğurmuştur. Ancak yine bu duruma kanunların bozuk dili neden olmuştur.
Hukukçuların ve hakim savcıların eğitim süreçlerinin yetersizliği: yetersiz bir eğitimle kürsüye çıkan hakim savcının kanunların ruhunu anlamadaki tereddütleri normal karşılanmalıdır. Bunun yanında Ayrıca hakimlerin denetimsiz bırakılması, yani kanunun ruhuna açıkça aykırı karar veren bir hakim savcının mesleği sorgulanmadığı müddetçe bu hatalardan olmaya devam edecektir. Görmezden gelinecek hatalar vardır gelinmeyecek hatalardan vardır. Bunlar arasında iyi ayrım yapılmazsa hukuk dejenere olmaya devam eder. Bizdeki denetim tamamen bir göstermeliktir. Denetleyenin denetlenenden ehil olmadığı durumlar yaşanmıştır bu ülkede.
YENİ ANAYASA NASIL OLMALI?
Ben şu kanaatteyim. Anayasa iki aşamada yapılmalıdır. Birinci aşama astar dönemi. Yani bir duvara nasıl önce astar çekip sonra boya atıyorsak. Bizdeki anayasa değişikliği ancak bu metotla yapılabilir. Zira her parti anayasanın kendi görüşleri doğrultusunda şekillenmesini istiyor bu ise sistemi çıkmaza sürüklüyor. Tek başına hiçbir partinin anayasası değiştirmeye gücü yetmediğine göre yapılacak ilk şey bu mevcut anayasadan bir an önce kurtulmaktır. Zira biz bu anayasadan kurtulmadığımız sürece hem yeni anayasa yapamıyoruz hem ülke her gün kan kaybetmeye devam ediyoruz. Çünkü bu anayasanın garabetlerinden nemalanan insanlar da var. Bunun iki yolu var. Ya tek maddelik bir anayasa hükmü koyarsınız ve mevcut anayasanın ilk dört maddesi hariç tüm maddeler iptal edilmiştir ve geçici bir madde ile en kısa sürede yeni anayasa yapılacaktır dersiniz. Meclisi bir mecburiyet sarmalına sokarsınız. Yahut, soyut ve çok fazla renkleri olmayan yalın ve sade bir anayasa yaparak bir geçiş dönemi sağlarsınız. Bu dönemden sonra artık anayasa tartışmaları daha sağlıklı yapılır ve daha kısa sürede mesafe alınır diye umuyorum. Zira mevcut anayasadan beslenenler bu anayasanın değişmesini istemedikleri için ayak diremeye devam ediyorlar.
BAŞKANLIK SİSTEMİ KONUSUNDA NE DÜŞÜNÜYORSUNUZ?
Ben şahsen başkanlık sisteminin tüm siyasi tartışmaların dışında tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Bu konu siyasi ve partisel bazda tartışılmaya devam ederse hem işin mahiyetinden uzaklaşılmış olur hem de beklenen fayda elde edilmez. Şahsen cumhuriyet kurulduğu dönemden itibaren 4 darbe geçirmiş bir ülkede darbe ihtimalini yok saymak akılla dalga geçmek olur. Bu nedenle darbe ihtimalini sıfıra indirmenin yolu asker karşısında güçlü bir yönetim kurmaktır. Koalisyonların ülkeye neler kaybettirdiğine baktığımızda her zaman güçlü bir yönetimin ideal olduğunu anlayabiliyoruz. . Bugün bakın Irak’a, insanlar tüm zalimliğine rağmen Saddam Hüseyin’i arıyorlar Neden? Tek ve güçlü bir iktidar olduğu için. En kötü yönetim yönetimsizlikten iyidir. Ancak başkanlık sisteminin bu yönü dışında bize neler getirip getirmeyeceğini görmeden anlamak mümkün olmaz. Bu yüzden bu sistemi denemeden anlayamayız. Ben şahsen denemekten yanayım. 80 yıl boyunca bizi koalisyonlara mahkum eden bu sistemin sancılarını gördük. Sancılı bir sistem olduğundan şüphemiz yok. Bu neden başkanlık modelini denemenin faydalı olacağını düşünüyorum. Zira bizler zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Çok hızlı kararların alınması gerektiği zamanlar olur: hükümetteki küçük gecikmeler büyük hasarlara yol açabilir.
SEÇİM BARAJI KONUSUNDA NE DİYORSUNUZ?
Başkanlık sistemi getirilirse seçim barajının bir anlamı kalmayacaktır. Ancak ben başkanlık sistemi olmadığı müddetçe seçim barajının olmasından yanayım. Zira % 10 baraj ortadan kalkarsa tek başına hükümetin kurulma ihtimalini kendi ellerimizle adeta yok etmiş oluruz. Bunun yerine iki turlu seçim sistemi getirilebilir. Yani yüzde 10 baraj kaldırılır ancak ilk turda en yüksek oyu alan iki parti tekrar seçime girer. Biri muhalefet olur diğeri iktidar. Bu sistem olduğu takdirde yüzde 10’luk barajın kalmasının bir sakıncası olmayacaktır. Tabi bu durumda ortaya temsil krizi çıkacaktır ki bunun da Türkiye milletvekilliği ile aşılabileceğini düşünüyorum. Yani parlamentonun 100 kişilik milletvekilliği kontenjanı ilk seçim sonuçlarına göre belirlenir. Kalan 450 kişi ikinci turda belirlenirse ilk turda en düşük oy alan partinin dahi vekil çıkarma ihtimali olabilir diye düşünüyorum.
TÜRKİYE DE İCRA EDİLEN AVUKATLIK MODELİNİN TOPLUMDAKİ KARŞILIĞI NEDİR?
Ben Türkiye’de ki avukatlığın çok yanlış uygulandığı ve maksada asla hizmet etmediğini düşünüyorum.
Bir kere avukatla davacı veya davalı para konusunda karşı karşıya gelmemeli. Para işi başka bir mekanizma tarafından halledilmeli. Yunanistan da bunun uygulaması var. Yunanistan da adam baroya parayı yatırır ve oradan bir avukat ister. Avukatla davası para konusunda karşı karşıya gelmez. Ben aile hekimliği gibi aile avukatlığı olması gerektiğini düşünüyorum. Zira bizde koruyucu avukatlık bir müessese olmadığı için mahkemelerde bu kadar yoğun davalarla insanlar adeta boğuşmaktadır. Oysaki koruyucu avukatlık sistemi olması halinde sorunlar kangren olmadan çözülebilecek ve toplumsal barış daha fazla tesisi edilecektir diye düşünüyorum.
Bir diğer husus avukatların uzmanlaşması gerektiğini düşünüyorum. Ceza avukatı hukuk davasına girmemeli; hukuk avukatı ceza davasına girmemeli. Bunun yanında bazı mahkemelerden dava alabilmek için belirli bir kıdem şartı aranmalı. Benim şahsi düşüncem ağır ceza mahkemesindeki duruşmaya 5 yıllık olmayan bir ceza avukatı girmemeli. Teşekkür ederim.