Türkiye'de adalete güven oranı yüzde 20
Vatandaşların adalete olan inancı ile güveninin ne boyutta olduğunu öğrendiğimiz ve yargı kurumundaki aksaklıklar hakkında röportaj yaptığımız Kayseri Asliye Ceza Hakimi Necati Daştan, Türkiye'de adalete olan güvenin yüzde 20 seviyelerinde olduğunu ifade etti ve 'Avrupa'da olsa bu, kırmızı alarm demektir' dedi.
ADALETTEN BAŞLAYALIM İSTERSENİZ. ADALET NEDİR, BİZE ADALETİ TARİF EDER MİSİNİZ?
Adaletin çok çeşitli tanımları olmakla birlikte ben adaleti kısaca; ‘toplumdaki huzursuzlukları en aza indirme sanatı’ olarak adlandırıyorum. Adalet, bozulan huzur ve barış dengesini korumaktır. Zayi olan hakkı iade etmenin yanında oluşan duygusal hasarı tamir etmektir.
Ancak burada bir hususun altını çizmek gerekiyor. Adalet derken sadece mahkemelerde üretilen adaleti anlamamak gerek. Bir belediye başkanının bir beldeyi adil olarak yönetmesi, bir babanın evlatları arasında ayrımcılık yapmaması da adaletin bir gereğidir. Devletin bütününde adalet yoksa siz bunu sadece mahkemelerde tesis ederek kuramazsınız.
PEKİ SUÇ NEDİR VE CEZALAR NASIL OLMALIDIR?
Suç, en kısa tabirle bir devletin hukuk düzenine başkaldırıdır. Yolda yürüyorsunuz biri sebepsiz yere size bir tokat attı. Ne oldu? Bu durumda 3 hasar meydana geldi. Mağdur, sanık ve hukuk düzeni yönünden. 1-Siz rencide oldunuz acı çektiniz, 2-Toplumun kamu düzenine bir saldırı(başkaldırı) gerçekleşti, 3-Sanık yönünden ise ruh dünyasındaki bozulma açığa çıktı. Bu açıdan bir suçun işlenmesinde ortaya çıkan üç hasarın telafisi şarttır. Sonuncusundan başlarsak, sanığın iç dünyasında her ne kadar bir suç işleme iradesi mevcut ise de ortaya çıkmadığı sürece bir yaptırıma tabi tutulamaz. Sanık bu eylemini bir şekilde ‘hukuk düzenini test etmek amacıyla da yapabilir’ bu suçlu özelliğini açık etmişse artık buna bir müeyyidenin tatbiki gerekir. Aksi halde var olan suçlu kişilik pekiştirilerek devam edecektir. Mağdur yönünden ise mağdurun rencide edilen, hasar gören ve zarara uğrayan vücut mal ve ruh bütünlüğünün onarılması gerekmektedir. Bunları söylerken her eylemde hapis cezası verilsin demiyoruz. Örneğin mağdura arabulucular vasıtasıyla şöyle bir teklif de yapılabilir. Bu sanık işlediği eyleme karşılık bir hafta kütüphaneye kapanır ve kitap okursa onun cezasını affedebilir ve hafifletilmesine rıza gösterir misin diye sorulur ve mağdur buna olumlu cevap vermişse mağdur yönünden hasar tamir edilmiş olur. Yahut sanığın işlediği suç karşılığında bir parkın içine 100 tane fidan dikmesi karşılığında mağdur sanığı affeder veya cezasının hafifletilmesine rıza gösterirse vesaire. Hukuk düzeninde ortaya çıkan hasar ise, açığa çıkan suçlu durumun etkili bir sonuca bağlanmasıyla giderilir. Zira her karşılıksız suç, kül olarak devletin itibarına zarar verir ve devlete olan güveni zedeler. Bu sadece mağdur yönünden değil sanık yönünden de böyledir. Mesela bir hırsız bir evden hırsızlık yaptı diyelim. Hırsıza etkili ceza vermezseniz hırsız şöyle düşünür. Bu ülkede adalet yok. Benim evime de bir hırsız girerse karşılıksız kalacak diyerek onun da devlete ve adalete güveni sarsılır. Bu açıdan devletin diğer bir adı güven demektir. Güvenin olmadığı yerde devlet yaşayamaz.
GÜNÜMÜZ İNSANLARININ ADALETE OLAN GÜVENİNİN KAYBOLDUĞUNA TANIK OLUYORUZ, NEDEN ADALETE GÜVENMİYORUZ?
Adalete güven bundan 10-15 yıl önce yani benim mesleğe girdiğim yıllarda yüzde 65 civarında idi. O dönemde orduya güven ise yüzde 80’ler civarında idi. Biz bu durumdan rahatsız olurduk. Ve neden en güvenilir kurum adalet değil derdik.
Zira ordunun hatasını telafi edecek olan da yine adalettir. Düşünün yargılayan merci yargılanan merciden daha az güvenilir bu ne derece sağlıklı bir şey. Bugün geldiğimiz noktada adalete güven yüzde 20. Ben buna inanmakta zorlanıyorum. Biri sanki şaka yapıyormuş gibi geliyor bana. Çünkü böyle bir şeyi havsalam almıyor. Bu şu demek; benim duruşmama gelen her 100 kişiden 80 i buradan verilecek adalete güvenmiyor demek. Böyle bir tablo Avrupa’da olsa bu kırmızı alarm demektir. İnsanlar sokaktan eve gitmez olurlar. Böyle bir tablo halinde bütün kurum ve imkanların bu sorunun çözümü için seferber edilmesini gerektirir. Ancak biz de hiçbir şey olmamış gibi hayat devam ediyor. Bu yüzden çöküş bir müddet daha devam edecek gibi geliyor bana. Ne zaman ki bu tablo toplumun huzursuzluğunu dayanılmaz bir noktaya getirecek, o vakit çareler üretilmeye başlanacak. Adalete güvensizliğin pek çok nedeni var. Bunları net olarak benim ortaya koymam çok zor. Ancak burada çok acı bir hakikati sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu çok önemli konunun dahi, detaylı bir bilimsel çalışması yapılmış değildir. Yani adalet güven yüzde 20’lere inmiş ancak bu güven erozyonuna etki eden nedenler neler. Onlar hala belirlenmemiş. Yani bu kişilere şu sorular sorulmamış. Sen neden adalete güvenmiyorsun? Senin bir davan mı oldu; bu davanı mı kaybettin yoksa basından ve etraftan duyduklarınla mı bu kanaate sahip oldun gibi sorularla olayın temeli irdelenmemiş. Mesela bu güven erozyonunda en büyük kusur kimin o bile belli değil. Bu sorumlulukta hakimlerin oranı ne. Yasamanın yürütmenin kabahati ne bu belli değil. Mesela adam karakolda bir yanlışlık görmüştür bunu adalete bağlayabilir, bunları bilmiyoruz. Acilen bu konuda bilimsel bir araştırma yapılmalı ve bu sorunu çözmeye nereden başlamamız gerektiğini öğrenmeliyiz. Bu ana çerçeveyi çizdikten sonra şunları söyleyebilirim. Hukuk düzeni iki ana temel üzerinde yürür. Ceza yargısı, hukuk yargısı. Böyle bir araştırma yapılmış olsa en azından insanların güvensizliğinin temeli ceza yargısına mı dayanıyor hukuk yargısına mı, yahut yüksek yargıya mı yahut idari yargıya mı bunları bilmek gerek. Bir kere davaların gecikmesi en büyük sorun. Bunun pek çok nedeni var. Hakimlerin iyi yetişmeden kürsüye çıkmalarından tutun, uzmanlaşmanın olmayışına kadar… Siz bir göz doktoruna bu hafta kardiyoloji servisine sen bak diyebilir misiniz? Ama yargıda bunu diyebiliyoruz. Aile hakimine bu hafta ağır cezaya sen bak diyebiliyoruz. Davaların Yargıtay’dan fazlaca bozuk gelme oranı güven duygusuna vurulan en büyük darbelerden biri. Niye? Vatandaş şöyle düşünüyor. Bu kadar bozma oluyorsa kararlar hep yanlış veriliyor demektir. O zaman ben bu davayı temyiz etmeseydim yanlış karar ortada durmaya devam edecek gibi. Bizde sistem yarı yolda hataları düzeltmeye dönük olarak dizayn edilmiş. Yani dosya bir kez bozulsun ona göre hatamızı görür telafi ederiz mantığı. Oysa ki aslolan ilk yargılamanın yapıldığı mercileri güçlendirmek ve oradan sağlam kararlar çıkmasını temin etmek. Bir diğer husus adalete yardımcı olan kurumlarımız. Bunlardaki eksiklik ve yanlışlıkların ceremesini ne yazık ki yargı ödüyor. Örneğin bir doktorun ameliyat sırasında bir hatası sonuca hasta öldü. Bunun tespitini hakimin yapması mümkün değil ne yapıyor hakim dosyayı bilir kişiye yani adliye tıpa yahut yüksek sağılık şurasına gönderiyor. Peki dosya ne zaman geliyor bazen 3 yıl bazen 4 yıl. Peki bu süre kimden sayılıyor: adaletten. Yani vatandaş bunu adli tıptan değil adaletten biliyor. Bu yan kuruluşların güçlendirilmesi ve eksiklilerin giderilmesi şart. Bir diğer husus tebligat. Bir ülkede tebligat olmaksızın yargılama yapamazsınız. Adrese dayalı sistem bizde oturmadığı için kişiyi bulamıyorsunuz. Bulamadığınız sürece dava gecikmeye devam ediyor. Ceza hakimlerinin özel seçilmesi ve iyi bir eğitim sürecinden geçmesi gerekiyor. Bizde olaya göre adalet değil sanığa göre adalet yani merhamete dayalı bir adalet sistemi yürüyor. Ancak merhametin mağduru ikinci kez mağdur ettiği unutuluyor. Olaya sadece sanık ve onun ailesi gözüyle bakılıyor. Ailesi mağdur olmasın. İyi ama zaten mağdur olmuş bir insan var. Hasar görmüş yaralanmış onu ne yapacağız. Bunu göz ardı etmek ne büyük yanlışlık. Bizim ülkemizde dikkat edin cezaların yüzde doksanı alt sınırdan tatbik edilir. Böyle bir şey mümkün olamaz. Kanun hakime geniş bir takdir yetkisi vermiş ve her sanık için gereken en optimum ceza neyse onu uygula demiş şöyle bir misal vereyim; İki sanığımız olsun. Ahmet ve İbrahim. Ahmet, bir televizyon kanalında herkesin duyacağı bir şekilde bir ilin valisini öldürmekle tehdit etsin. İbrahim ise bir sokak kavgasında Mehmet’i tehdit etsin. Şimdi bu iki olay aynı mı? İki olayın tehlikelilik boyutu eşit mi? Biz bu iki olaya aynı cezayı verirsek hak yerine gelmiş olur mu? Bu iki eylem arasında bir ceza ayrıştırmasına gitmezseniz adalete güvenin sarsılmasını önleyemezsiniz. Bugün bizim ülkemizde yapılan budur işte. İki suça da alt sınırdan 6 ay hapis verilir ve genellikle sanıkların iyi halli oldukları düşünülerek 5 aya indirilir. Bu ülkede duruşma sırasında ölümle tehdit edilen ve daha sonraki duruşmada ‘sözümün arkasındayım o savcıyı vuracağım diyerek’ bu tehdidini tekrarlayan sanığa en alt sınır olan 5 ay hapis cezası verildi.
YARGI NEDEN TARAFSIZ OLAMIYOR?
Yargının bağımsız olamamasının iki nedeni var; 1.’si adaletin ne olduğunu bilmiyoruz ve adalete inanmıyoruz. 2.’si ise; adalet kimliği bazen ikinci kimlik olabiliyor. Yani hakim örneğin bir ideolojiye sahipse kendini önce o ideolojinin asli bir ferdi olarak görebilir. Adalet kimliğini ikinci sıraya öteleyebiliyor. Zira insanoğlu zaafları olan bir varlık... Dolayısıyla bunlarla birlikte bu zaaflarına sebep olan etkenlerden kayıtsız düşünemiyor insan. Bu durumda insan bir tarafa meyil edebiliyor. Bazı durumlar var ki yargının vermiş olduğu kararlar siyaseti, uluslararası ilişkileri etkileyebiliyor. Böyle olunca hakimler önemli karalarda objektif davranamayabiliyor. Kırk katır mı kırk satır mı hesabı... Çünkü seçim yapıyor. Bir tarafta devlet zarar görecek, belki savaşa dahi girecek, diğer tarafta sadece adalet tesis edilmiş olacak. Devlet mi adalet mi ikileminde kalabiliyorlar. Ancak şu da var ki adaletsiz de bir devlet ayakta kalamaz. Gerçek bir adalet olması devletler için hayatidir. Örneğin şunu da belirteyim; bugün ülkemize her konuda büyük yaralar açan PKK dahi bu ülkede gerçek bir adalet olsaydı ortaya çıkmazdı yahut bu kadar büyümezdi.
Devamı yarın...
RÖPORTAJ: KAAN AKBAŞ