Aynaya baktığımızda gördüğümüz şey, yalnızca dış kabuğumuz. Saçımızın şekli, gözlerimizin rengi, yüzümüzün çizgileri… Hepsi dış dünyaya sunduğumuz birer görüntü. Ama asıl olan, tüm hareketlerimizi, hislerimizi, düşüncelerimizi yöneten iç dünyamız, yani görünmeyen yanımız. Ne tuhaf değil mi? Kendimizi dışarıdan izleyebiliyoruz ama içimizi göremiyoruz. Oysa en büyük fırtınalar içimizde kopuyor. Sevinçlerimiz, üzüntülerimiz, en büyük savaşlarımız hep içimizde yaşanıyor. Kalbimizin atışını duyuyoruz ama gözümüzle göremiyoruz. Aklımızdan binlerce düşünce geçiyor ama onlara dokunamıyoruz…
Dış görünüşümüzü değiştirmek kolay. Saçımızı kestiririz, kıyafetimizi değiştiririz, aynada yeni bir yüz görürüz. Ama içimizi değiştirmek? İşte asıl zor olan bu. Öfkemizi törpülemek, korkularımızla yüzleşmek, kalbimizi güzelleştirmek… Bunlar aynada değil, ruhumuzun derinliklerinde şekillenen şeyler. Belki de bu yüzden insanlar birbirlerini anlamakta zorlanıyor. Çünkü hep dışarı bakıyoruz, içeriyi görmüyoruz. Birinin gülümsediğini görünce, mutlu sanıyoruz. Oysa belki içinde fırtınalar kopuyor. Birinin sessiz oluşunu, soğukluk sanıyoruz. Ama bilmiyoruz ki belki de binlerce kelimeyi içinde tutuyor.
Gerçek olan şu ki, gözlerimiz içimize dönmedikçe, hem kendimizi hem de başkalarını tam anlamıyla tanımamız mümkün değil. Aynalar sadece yüzümüzü gösterir ama ruhumuzu yansıtmaz. Asıl görmemiz gereken, içimizde neler olup bittiği. Çünkü insan, gerçekten orada var olur.