Bildiğimiz gibi Ağustos 2018’de yaşanan kur atağından sonra Türkiye ekonomisi çalkantılı bir sürece girmiştir. Aslında ekonomideki yavaşlama, Dünyada etkisini 2008 yılı ortasında, ülkemizde ise 2009 yılı başında gösteren Global Krizle birlikte başlamış, piyasalara sürekli tüketimi besleyen kaynakların aktarılmasıyla ekonomi dengelenmeye çalışılmıştır. Global kriz sonrasında ekonomide yaşanan kredi hacmi artışı kendini üretime yönelik yatırımlarda değil daha çok konut, taşıt ve bireysel tüketici kredilerinde göstermiştir. Bu süreçte global krizin etkilerinin hafifletilmesinde tüketimin desteklenmesi kadar, kaynağı belli olmayan döviz girişlerindeki artış, Türkiye’de sermaye piyasasından yüksek karlar elde etmek için gelen yabancı portföy yatırımları, satılan Türk şirketlerine ödenen dövizler ve kısmen de olsa turizm gelirindeki artış döviz kurlarında istikrarlı bir havanın hüküm sürmesine neden olmuştur. Bununla birlikte ne yazık ki düşük faiz ve istikrarlı kurlara rağmen sanayi yatırımlarında önemli bir hamlenin peşi sıra gelmeyişi ve toplam arzda istenen artışın ortaya çıkmaması, düşük faiz oranının daha çok krediler yoluyla ekonomik büyümeyi sağlayan tüketim harcamalarına yönelmiş olması Merkez Bankasının hiçbir yılda hedeflenen ortalama yıllık %5 enflasyon oranını tutturamamasına neden olmuştur.
Yapısal olarak iyi bir gelişme içerisinde olmayan Türkiye ekonomisi, Ağustos 2018’de yaşanan kur atağından olumsuz etkilenmiş ve ihracata yönelik üretimin ithalata bağımlılığı, enerjide dışa bağımlılık kurlardaki artışla maliyet artışıyla birlikte enflasyon baskısının artmasına neden olmuştur. Özellikle bu dönemden sonra artan enflasyona bağlı olarak artan faiz oranları, kurların kontrolünde önemli bir politika aracı olarak seçilmişse de, bu politika uygulaması Merkez Bankasında yönetim değişikliğine neden olmuştur. Teorik olarak faiz, enflasyona bağlı bir olgudur. Eğer bir ülkede mal fiyatları hiç artmıyorsa, vatandaşın reel satın alma gücü de değişmeyeceği için o ülkede faiz oranının da artmasına gerek yoktur. Şu an Almanya, Japonya ve ABD’de yıllık enflasyon %1 düzeylerinde gerçekleştiği için bu ülkelerde yıllık faiz de %1 oranı ve altındadır. Bizde ise enflasyon, TÜİK’in hesaplama yöntemini değiştirmesi, mal sepeti içinde gıda harcamaları payını azaltması, gıda fiyatlarının sadece A101- BİM gibi marketlerden alınması ve aklımızın ermediği daha başka yöntemlerle düşürülmüştür. Bu noktadan sonra vatandaşın cebindeki enflasyonla, TÜİK’in açıkladığı enflasyon oranı arasında ciddi bir makas oluşmaya başlamıştır.
Özellikle 2020 yılı ilk 10 ayı enflasyonunu kredi kartı hesap özetlerimiz ya da alışveriş fişlerimizden görmek mümkündür. Şu an 10 aylık tüketici enflasyonu %9.1, 12 aylık bazda ise %11.89 olarak açıklanmıştır. Oysa ki kart ekstresi ve alışveriş fişlerinin kontrolü ile hesaplanan tüketici enflasyonu %20’nin altında değildir. İşte burada ortaya çıkan gerçek, kamuoyunda TÜİK tarafından açıklanan sadece enflasyon değil, işsizlik ve büyüme gibi diğer makroekonomik göstergelere de itibar edilmemesine neden olmuştur. Özellikle her nasıl oluyorsa (!)
Merkez Bankasının piyasa faizini TÜİK tarafından açıklanan enflasyon oranının 1 puan kadar üzerinde belirlemesi, aslında cepteki enflasyonun daha yüksek olduğunu çok iyi bilen hane halkının tasarrufunu mevduatta değerlendirmek yerine altın-döviz-borsa gibi yatırım araçlarında değerlendirmesine neden olmaktadır. Özellikle piyasalarda dövize olan talep artışı ve merkez bankası rezervleri konusundaki belirsizlik, geçen hafta içinde kur ve altın fiyatlarının tarihi zirveye ulaşmasına neden olmuştur.
Ekonomide Yapılan yeni atamalar ile birlikte yeni Merkez bankası başkanı
Sn. Naci Ağbal, 19 Kasım’da yapılacak Merkez Bankası toplantısında bir faiz artırımının geleceğini işaret etmiştir. Faiz artışı tabi ki üreticilerin finansman ve yeni yatırım maliyetlerinin artmasına neden olur fakat zaten ekonomik gelişmeler faiz düşük olduğunda ciddi yatırım artışlarının olmadığı, düşük faiz oranının tüketimi beslediğini göstermiştir. Aslında faiz artırımı bir lütuf değil, piyasalar açısından artık gecikmiş bir gerekliliktir. Enflasyonun inandırıcı olmadığını çok iyi gören piyasa, faiz oranının ceplere yansıyan oran seviyesine yükseltilmesini gerekli kılmıştır. Hane halkı, inanmadığı enflasyon oranı düzeyinin 1 puan üzerinde olan mevduat faizlerine itibar etmemekte, tasarrufunu döviz-altın gibi diğer araçlarda değerlendirmektedir. Hane halkı piyasa faiz oranlarının gerçek enflasyon oranı düzeyi ya da üzerinde olduğunu hissettiğinde, tasarruflarını riski az getirisi daha garanti olan mevduata kaydıracak ve dövize olan talep azaltıldığı gibi, TL’deki değer kaybının da kısmen önüne geçilmiş olunabilecektir. Tabi dövizdeki artışın nedenini sadece faizlere de bağlamak doru değilken, burada biz sadece bu kısım üzerinde değerlendirmeyle yetineceğiz.
Görüldüğü gibi ekonomide açıklanan verilerin güvenilirliği şaibeli de olsa, ekonomik işleyiş içinde faiz ve kur gibi finansal fiyatlar uzun dönemde mutlaka olması gereken düzeye gelir, çünkü “piyasa yanılmaz”.