80’ler çocukları garip bir geçiş kuşağı olduk. Hem sokakta oyun oynayan son nesildik hem de teknolojinin hayatımızı sarıp sarmaladığı ilk kuşak. Ne tamamen eskiler gibi yavaş ve sakin bir hayat yaşayabildik ne de teknolojinin hızına tam anlamıyla ayak uydurabildik. İşte belki de bu yüzden, ne kadar kolaylık içinde olursak olalım, üzerimizden hiç gitmeyen bir yorgunluk var.
Bir zamanlar yorgunluk daha basitti. Uykusuz kalınca, çok koşturunca ya da biraz fazla düşününce yorulurdu insan. Şimdi ise durum başka. Sabah uyanır uyanmaz “of” diyoruz, daha gün başlamadan tükenmiş hissediyoruz. Hem zihnimiz hem ruhumuz sürekli bir ağırlık altında. Ama neden?
Düşünme İzni Yok!
Eskiden hayat daha yavaştı. Boş vakit vardı. Hiçbir şey yapmadan oturup dalardık. Şimdi ise bir an durduğumuzda suçlu hissediyoruz. "Bir şey mi kaçırıyorum?" "Daha verimli olmalıydım." Sürekli bir şey yapmamız, üretmemiz, yetişmemiz gerekiyor gibi hissediyoruz. Ama bu hızın bedelini de ödüyoruz. Zihnimiz bir nefes alamıyor ki!
İşin garibi, bu yoğun tempoyu bize dayatan yine biziz. Teknoloji hayatımızı kolaylaştırmak için var, değil mi? Ama tam tersi oldu; işlerimizi kolaylaştırdığı için daha çok iş yükledik kendimize. Bir boşluk kaldı mı? Hemen dolduruyoruz. Telefon elimizden düşmüyor, sürekli bir şeylere bakıyoruz, bir şeylerle meşgulüz. Ama o meşguliyetler bizi beslemiyor, sadece yoruyor.
Bağlantı mı, Bağımlılık mı?
İlişkiler de değişti. Eskiden bir arkadaşımızla yüz yüze oturur, saatlerce konuşurduk. Şimdi mesajlaşıyoruz, hatta bazen sadece bir emojiyi yeterli buluyoruz. Daha fazla insanla “bağlantımız” var, ama daha az insanla gerçekten konuşuyoruz. İnsanın ruhu, anlamlı sohbetlerden, derin bağlardan beslenir. Ama biz bu derinliği kaybettik. Belki de bu yüzden ruhumuz hep aç, hep eksik.
Her Şey Çok Fazla
Sonra şu bilgi meselesi var. 90’larda büyürken bir şey öğrenmek için çaba göstermek gerekirdi. Şimdi bilgi elimizin altında, ama o kadar fazla ki neye odaklanacağımızı şaşırıyoruz. Haberler, videolar, yorumlar... Hepsi üzerimize yağıyor. Zihnimiz buna yetişmeye çalışıyor ama bir yerden sonra yoruluyor. Sürekli bir "yetişememe" hissi var; bu da insanı hem zihin hem ruh olarak tüketiyor.
Yavaşlamak Cesaret İster
Şimdi biraz yavaşlamaktan bahsetsek, çoğumuzun içi huzursuz olur. Çünkü durmak cesaret ister. Durunca fark ediyoruz: Aslında ne kadar yorgunuz, ne kadar dolmuşuz. Ama belki de çözüm tam da burada: Yavaşlamayı öğrenmekte. Telefonu bir kenara bırakmak, boş oturmayı kabullenmek, kendi zihnimizde bir sessizlik yaratmak.
Bir gün dene. Bildirimleri kapat, sosyal medyadan çık, sadece kendine vakit ayır. Zihnin başta direnebilir, “Ama bir şey kaçırıyorum!” diyebilir. Ama sonra o sessizlik seni sardığında, ruhunun dinlenmeye başladığını hissedeceksin.
Çünkü ruhumuzun asıl ihtiyacı “daha fazlası” değil, daha azı. Daha az koşuşturma, daha az dikkat dağıtıcı, daha az kaygı. Bunun yerine daha fazla derinlik, daha fazla anlam ve daha fazla gerçeklik... İşte belki de o zaman 90’lar ruhuna biraz daha yaklaşırız: Daha sade, daha sakin, daha biz gibi.