Yeni dünyanın bize sunduğu bir “ideal hayat listesi” var. Hayır, bu listeyi kimse elimize tutuşturmuş değil; sosyal medya akışımız, popüler kültürün sesleri ve hatta sağlık uygulamaları bile artık bu listeyi her gün önümüze seriyor.
“Her gün 10.000 adım atmalısın.”
“Yüzüne muz kabuğu sürmelisin.”
“Cevize çiya tohumu koymadan yeme!”
“Airfryer’sız mutfağın mı olur?”
Liste uzayıp gidiyor. Her bir madde, hayatımıza yeni bir ‘gerek’ ekliyor. Ve biz, farkında olmadan bu gereklerin peşine düşüyoruz. Çünkü başka türlü “doğru” yaşamadığımızı düşünüyoruz. Sabah güne beyin sağlığımız için en az sekiz saat uyumuş, metabolizmamız için aç karna limonlu su içmiş ve ruh dengemiz için on dakikalık meditasyonla başlamadıysak… bir şeyler eksik demektir.
Bu dayatmaların en tehlikelisi şu belki de: “Hayatının anlamını bulmalısın.”
Bulamazsan?
E o zaman kusura bakma ama eksiksin. “Yanlış bir yaşam sürüyorsun.”
İşte tam da bu noktada durup düşünmemiz gerekiyor. Gerçekten böyle mi yaşamalıyız? Yoksa bu da kapitalizmin yeni kıyafetlerinden biri mi? Çünkü ne zaman kendimizi eksik hissetsek, bir çözüm var: yeni bir kitap, yeni bir atölye, yeni bir yaşam koçu, yeni bir tarif, yeni bir cihaz... Yani yeni bir “ürün.”
Ve sonra, bir sabah kalkıyoruz; bir yandan işe geç kalma telaşı, bir yandan 10.000 adımı nasıl tamamlayacağımızın derdi… Üstüne bir de çocuklara “yanlışlıkla” sesimizi yükselttik diye suçluluk. Kulağımızda iç ses: “Yetersizsin.”
Bir yanda dijital ekranlardan parlayan ideal hayatlar, öte yanda elimizde marketten aldığımız margarine bulaşmış ekmek.
Bir araştırma diyor ki, sadece 6 saat uyuduysan beyin o gün "ölü" modunda. Bunu okuyunca zaten enerjin bitiyor. Halbuki belki de o gün uykusuz ama umutlusun. Belki de tam tersi: on saat uyudun ama içinden kalkmak gelmiyor. Peki bu tabloya modern dünya ne diyor? "Harekete geç, serotonin salgıla, yoksa depresyona girersin."
Oysa hepimiz insanız. Ve insan dediğin varlık mükemmel olmak zorunda değil. Pınar Özkent’in o mizahi ama sarsıcı paylaşımlarında dediği gibi:
Deli gibi mutsuz olmaya da, bağıra bağıra ağlamaya da, çatlayana dek yemek yemeye de, istemeye istemeye işe gitmeye de, makyajsız dışarı çıkmamaya da hakkımız var.
Kabul edelim: Her gün kendini “geliştirmek” zorunda olmak, insanın ruhuna iyi gelecek bir şey değil. Bazen olduğun yerde kalmak, hatta biraz dağılmak, biraz düşmek, biraz yavaşlamak… belki de en insanca olanı.
Ve en çok da kendimizi sevmeyi unutmamamız gerekiyor. Kırık yanlarımızla, eksik rutinlerimizle, plansız sabahlarımızla. Çünkü bazen en sağlıklı adım, 10.000 değil, sadece içten atılan bir adım olabilir.
Ve bazen hayat, muz kabuğu sürmeden de güzeldir.